Arap
dilinde, gelen konuğun önüne çıkarılan mükellef sofraya “nüzul”
denilir. İşe bakın ki, Kur’an’ın “inişine” de “nüzul”
denir.
Çünkü Kur’an, insanlığa indirilmiş bir Allah sofrasıdır. Yüceler
yücesi Yaratıcı, insanlığa “tenezzül” buyurmuş, insanı muhatap
almış, insana hitap etmiş ve insanla özge bir ‘diyaloğa’ girmiştir.
O bir gök sofrasıdır ki, insanı, ağzını dayadığı yalancı
memeleri bırakarak gürül gürül çağlayan rahmet kaynağı vahye
davet eder. Kur’an’ın insana verdiği gıda, akleden kalbin gıdasıdır:
insanın karnını doyurmak ona saatlerle sınırlı bir ikramdır, sırtını
giydirmek yıllarla sınırlı bir ikramdır, servet ve bilgi vermek ömürle
sınırlı bir ikramdır. Fakat, Allah’ın yeryüzündeki konuğu olan
insana “indirilmiş” Kur’an sofrası, ebedidir, bitimsiz bir ikramdır.
Beden gıdasız kalırsa, kapasite kaybına uğrar, sonunda yetersiz
beslenmeden gider. Fakat insan, sınırlı bedenini beslediği halde sınırsız
ruhunu, yüreğini ve bilincini beslemezse; iman yetmezliğinden gider: İnsanın
manevi ölümü, gerçek ölümüdür; o artık bir dik sürüngendir: Ömrünü
yatakhane, yemekhane, abdesthane ve işhane arasında geçirmeye mahkûm
bir hortumdur.
Allah’ın insana “tenezzülü” olan vahiy, aslında insana inen bir
“anlam”dır. İnsan-Allah ilişkisi, aslında insan-anlam ilişkisidir.
Yani ki, Allah demek anlam demektir; Allah’ı olmayanın “anlamı”
olur mu? Anlamı olmayan bir hayatın kendi başına değerinin, bir
amipin, bir solucanın, bir atsineğinin ‘yaşam’ değerinden daha
fazla olduğuna ilişkin ikna edici bir delil olan varsa, beri gelsin.
Kur’an, mü’minler için şifa, zalimler için hüsrandır
İşte tam da bu yüzden,
Kur’an’la insanın buluşması tohumla toprağın buluşması gibidir,
etle tırnağın buluşması gibidir. Dahası, insanın yabancılaştığı,
kavgalı hale geldiği öz benliğiyle buluşmasının, bilişmesinin, tanışmasının
ve sarışmasının ta kendisidir. Çünkü Kur’an, ideolojilerin beşeri
manifestoları gibi insanı kendine çağırmaz; insanı insana, yani
benliğine çağırır.
İnsanı Kur’an’sız bırakmak, tohumu topraksız, toprağı yağmursuz,
eti tırnaksız bırakmakla eşdeğerdir. Mikropları kuluçkaya yatırıp
aşıları ve ilaçları yasaklamaktır. AhmetTaşgetiren tepelere
seslenerek “Bir çocuğun Kur’an okumasında ne mahzur olabilir ki?”
diye soruyor.
Ah, Sevgili Taşgetiren! Elbette birileri için birçok mahzuru var. Muhal
farz, güneşin kaderini yarasaların eline verseniz, hangi gerekçeyle güneşi
mahkûm ederlerdi dersiniz? “Aydınlıktan rahatsız oluyoruz!” diye
değil mi? Buğdayın kaderini bıtırakların eline verseydiniz, buğdayın
ipini çekerken ne gerekçe üretirlerdi? “Beni rahatsız ediyor!”
demezler miydi? İşte bu da öyle. Çünkü Kur’an, kendi ifadesiyle
“Mü’minler için şifadır, zalimlerinse yalnızca hüsranını artırır.”
Bu millet bundan daha zor günler gördü geçirdi. Samanlıkta Kur’an
öğrettiği, elif cüzünü bir suç aleti gibi köşe bucak sakladığı,
Kur’an öğretiyor iddiasıyla insanların sorgusuz sualsiz götürülüp
falakaya yatırıldığı, mahkûm edildiği dönemler...
O, yerin demir, göğün bakır olduğu kurak mevsimlerde, zor zaman kor
mekân demeden evladına Kur’an öğreten bu millet, her şeye rağmen o
yıllarla kıyaslanamayacak olan şu dönemde mi Kur’an’sız bırakma
operasyonuna kurban gidecek? Hayır, buna boyun eğen manen intihar etmiş
olur.
Söyler misiniz; her evin Kur’an okulu olmasının önünde ne mani var?
Kendi çocuklarınızın yanına apartmanınızın, sokağınızın,
mahallenizin sakinlerinin çocuklarından üç-beşini de katıp neden
Peygamber’in şu muştusuna nail olmayasınız:
“En hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.”
Değilse mi? Değilse, o zaman da Hz. Nebi’nin şu uyarısına kulak
verin:
“Ya öğrenen ol, ya öğreten, ya da dinleyen: Sakın dördüncüsü
olma, helak olursun!”
Herkes, kendisinin ‘kaçıncı’ olduğunu gözden geçirsin.
Kur’an’ın dili, bülbülün dili!
“Anlamadığı halde
ille de asli dilinden Kur’an öğrenmenin ne manası var efendim?”
gibi suyuna tirit bir söylemi de, Paris’e gönderin “monsieur”ler
yesin, Londra’ya gönderin “Sir”ler yesin; ama siz yemeyin.
Ve deyin ki; Behey gafil! Kur’an’ın iki dili vardır: Biri beşeri,
diğeri tabii. Beşeri dili Arapça’dır ve ancak anlamı bilinerek anlaşılabilir.
Kur’an da asıl anlaşılmak için indirilmiştir. Bu yerden göğe
kadar doğrudur. Fakat Kur’an’ın bir de tabii dili vardır ki, o
“diller üstü bir dil”dir. O, kelimelerle tarif edilemez bir dildir.
O tıpkı, bir ormanın uğultusu, bir ırmağın şırıltısı, bir rüzgârın
efiltisi gibidir: Hiçbir dile tercüme edilemez, hiçbir kelimeyle izah
edilemez. Çünkü bu dili baş kulağı değil, gönül kulağı işitir,
yürek anlar. Bu dil evrenseldir; bir ırkın, bir kavmin, bir kültürün,
bir medeniyetin diline sığmayacak kadar üst bir dildir.
“Türkçe Kur’an” teranesini tutturursa, de ki:
Behey gafil! Sizin orda bülbüller Türkçe mi ötüyor? Kara Afrika’nın
ormanları Huasaca mı uğulduyor; Mississippi’nin sesi ne’cedir? Bülbülün,
gülün, ırmağın, ormanın dilini duyacak bir yürek olsaydı,
Kur’an’ın tabii dilini de duyardın!
( 26 Haziran 2000 )
|