Bugünkü yazımızı,
cevabı herkesi ilgilendiren bir “soruya” ayırdık. Hayır hayır, bu
bir “soru değil, bu bir “sorun!” Hem de çok ciddi ve adı: “Dini
anlama sorunu.” Bu sorun, kimi zaman ortaya birden fazla “din” çıkarıyor
ve insanlar “hangi dine” inanacağını şaşırıyor. (Siz ‘yanılmaz’
atalarını pazarlayanların dinine değil, kaynağı Kur’an olan
Allah’ın dinine inanın.) Kimi zaman, Allah’ın kitabında yazmayan,
Peygamber’in sünnetinde yer almayan “farzlar, haramlar” çıkarıyor.
Düşünebiliyor musunuz; bu nevzuhur farzlardan Hz. Peygamber’in haberi
yok! Bizim akıldanelerimizin bildiği bir “farz” düşünün ki,
sahabe bilmiyor? Bir “farz” düşünün ki, müctehid imamların bu -sözümona-
“farzdan” haberi yok! Güldünüz değil mi? Hayır, kimse gülmesin;
çünkü kendisi gülünç durumda olanların başkalarına gülme hakkı
yoktur ve şu an kendini çok dindar sananların dinleriyle ilgisi hurafe
düzeyinde, bilgisi ise efsane niteliğindedir. İnsanlar ibadetleri âdetleştirince
âdetleri de ibadetleştirdiler.
Bu satırları sert bulmayın lütfen; imamların birçoğuna göre
“mukallid”in tarifi şudur: “Amellerini delilleriyle birlikte bilip,
o delilleri değerlendirmede mezhep imamının ictihadını benimseyen
kimse.” Söyler misiniz? Bu durumda kendini Hanefi sananların kaçta kaçı
Hanefi’dir? Kaçta kaçı Şafii’dir? Bırakın avamı, “hocam”
denilenlerin kaçta kaçı “mezheplidir?” Utanmadan yıllar yılı
“mezhepsizlik edebiyatı” yapan ‘mezhepçiler’, duygularını,
paralarını sömürerek sırtından geçindikleri Müslümanlara kinden,
nefretten, cehaletten başka ne verdiler? Tezgâhında mezhep satarak geçinen
bu tiplerden oluşan bir cemaat, radyodan ‘düz’ kadın sesine
‘haram’ diyen sözümona ilmihaller tezgâhlarken, dansöz pazarlayan
TV istasyonuna sahip olmanın fetvasını bulmakta hiç de zorlanmadı. Bu
tiplerden kaçını tanıdımsa, hepsi de şarlatandı. Ayak üstü “sübhaneke”nin
anlamını sorsanız “kem-küm”den başka cevap alamazdınız. Ama
dillerinin keskin yanını koca koca alimlerin enselerinden bir türlü çekmezlerdi.
Mevdudi gibi, Seyyid Kutup gibi, nerede imanının bedelini ödemiş bir
alim var, onun etini yiyerek semirmeyi beslenme alışkanlığı haline
getirmiştiler. Haddini bilmeyen neyi bilir ki?
Bu şarlatanlar, yüreklerinde çamur, sıvayacak alim yüzü aradılar.
Ve koca bir toplumu kelimenin tam anlamıyla “mezhepsizleştirdiler.”
Ey Hanefiler! Ebu Hanife’ye göre siz Hanefi falan değilsiniz, sizin
mezhebiniz falan yok! “Mezhepçilik” yapan şarlatanlar sizi dolmuşa
bindiriyor. Avamın mezhebi müftüsünün mezhebidir, demişler. Haydi
“doğrudur” diyelim; fakat kaçta kaçınızın “fetva makamı” (müftüsü)
var? İçtihat kapısının meccane bekçileri hâlâ neyin edebiyatını
yapıyorlar? Cahili cühelasıyla milletin tümü müctehid oldu. Üç beş
yetkin alime tahammül edemeyen tulumbacı takımının gözü aydın;
Hayreddin Karaman Hoca gibi bir ikisinin tepesine iftira küfelerini boca
etmek için hazır beklerlerken, sayelerinde milyonlarca müctehide kavuştuk.
Herkes her gün kendi yaptıklarına kılıf bulmak için onlarca ictihat
yapıyor, ahkâm kesiyor, fetva veriyor. Okumak mı, öğrenmek mi, bilmek
mi, bilenden sormak mı? Hak getire. “Bilmez ki sorsun, sormaz ki
bilsin” diyenin hesabı.
"Kur’an okurken abdest
almak farzdır” öyle mi?!
Bir okuyucumuz, 18
Temmuz 2000 tarihli Zaman Gazetesi'ndeki bir köşe yazısından alıntı
yaparak soruyor: “Kur’an okurken abdest almak, gerçekten de bu yazarın
dediği gibi farz mıdır?” Önce mezkur yazıdan ilgili pasajı alalım:
“Hazret-i Kur’an’ı eline alan herkesin abdestli olması farzdır.
Abdestsiz Kur’an ele alınamaz. Ancak dini kitaplar için böyle bir
mecburiyet yoktur. Dini kitapların sadece içinde bulunan ayetlere elle
dokunmak için abdestli olmak gerekir. Ayetten boş olan yerlere, yazılara
abdestsiz dokunulabilir, okunabilir. Kur’an’la dini kitap arasında böyle
bir ince fark vardır. Kur’an-ı Kerim’in ayetten boş olan kısımları
da ayet hükmündedir. Bu yüzden dikişli kabına bile abdestsiz
dokunulamaz. Abdestsiz kimseler bir mendil veya temiz bezle tutup bir
yerlere koyarlar. Abdestsiz ele alamazlar.”
Allah Allah! “İnce fark”ı da öğrenmiş olduk. Hele “dikişli kabına
bile dokunulamaz” cümlesi karşısında bitmemek mümkün mü?
Ben bu zamana kadar ne Kur’an’dan, ne Rasulullah’tan, ne sahabeden
ve ne de müctehid imamlardan Kur’an okurken abdestin farz olduğuna
dair ‘sahih’ bir şey okumadım, duymadım. Bir şeye “farzdır”
demek, helâl ve haram koyma yetkisine girer. Helâl ve haram koyma
yetkisinin ise kime verildiği bellidir. Burada “farz olduğu” söylenen
bir hüküm olduğuna göre, o hükmü farz kılan delili muhkem ve mütevatir
nasslarda bulmamız gerekir. Kur’an’da abdestin sadece namaz için
emredildiğini görüyoruz. Bu konuda, çok yaygın bir yanlış anlamaya
alet edilen bir ayet vardır: “Ona temiz olanlardan başkası
dokunamaz.” (56.79) Birazcık Arapçadan, ilimden, Kur’an’dan,
tefsirden nasibi olan kimsenin bu ayetteki “o” zamirinin bir önceki
ayetteki “gizli kitab”a gittiğini bilir, bir. Bu ayet Mekke’de,
Abdest’in geçtiği tek Kur’an ayeti (5.6) ise Medine’de inmiştir,
iki. Ayetteki “dokunmasın” şeklinde yanlış algılanan “la
yemessuhu” ibaresi “inşai” değil “ihbari”dir ve
“dokunamaz” demektir; oysa ki Kur’an’a münkiri de müşriki de
dokunur, üç...
Bilgime güvenmeyip, “Kur'an okumak için abdest farzdır” diyen sahih
bir hadis, bir imam, bir alim var mıdır diye Mektebetu’l-Elfiyye’den
400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın
kitabı, tüm mezheplerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım, böyle
bir şey bulamadım. En iyisi, bu konularda en katı davrandığını
bildiğimiz Süyuti’nin “Kur’an okumanın âdabı” başlığında
yazdıklarını aynen tercüme etmek:
“Kur’an okuma sırasında abdest almak müstehaptır; çünkü tilavet
zikirden efdaldir ve Peygamber (sav) temizlenmeksizin zikretmeyi hoş karşılamazdı.
İmamu’l-Harameyn dedi ki: “Abdestsiz Kur’an okumak mekruh değildir,
çünkü Peygamber abdestsiz okuyordu. el-Mühezzeb Şerhi’nde ise: Eğer
kişi Kur’an okurken yellenme ihtiyacı hissetse, yellenme sırasında
harfleri doğru telâffuz edemeyeceği ihtimaline karşı okumayı
durdurur.” (el-itkan, 1/295)
Buraya, başta Hanefiler olmak üzere, tüm mezhep ve meşreplerin temel
referanslarından sayfalarca alıntı yapar, tercüme ederim. Fakat yerim
yok, vaktim yok, keyfim yok; lüzum da yok. Tüketenler de, üretenler de
hep olacak. Böyle başa böyle tarak. Biraz da insanımız ciddi ve uyanık
olsun; bitli baklanın kör alıcısı olmasın.
Şafii’dir, Hanefi’dir meselesi değil bu! Allah’ın emretmediği
bir şeyi emretmek, farz kılmaktır ki, bunun vahameti “Kur’an
okurken abdest almanın hükmü nedir?” sorusundan çok daha derindir ve
problem dinin temelleriyle ilgilidir. Şakası var mı bu işin? Biri kalkıp
da “Şu farzdır?” diyorsa, dinini donundan birazcık fazla ciddiye
alan bir Müslümanın, “Nerede, hangi delille?” diye sorması “farz
olur.” Çünkü, o ünlü usul kuralı gereğince “farzı” bilmek
farz olduğu gibi, farz olmayanı farz bilmek de “haram” olur. Eğer o
kişi üçüncü, beşinci sınıf ilmihalleri getirip de önünüze
koyuyorsa, bu kez sizin “İlmihal yazarlarının farz koyma yetkisi olduğunu
bilmiyordum” demeniz “farz” olur. Kaldı ki bunlar arasında
“Tevrat’ı abdestli okumak farzdır” diyenini bile gördüm ben.
Bir şeye “farz” demek, “haram” demek ciddi bir iştir; Allah’a
atfen verilmiş bir hükümdür, kimse keyfi olarak “farz” ve
“haram” ilan edemez. Ne demiştik bir yazımızda: Cahiller dinden ıskonto
yaparlar, ham sofularsa dine zam yaparlar; bu ikisi de birdir.
Siz siz olun, etrafınızda ahkâm kesenlere Kur’an’ın öğrettiği
gibi sorun:
“Kul hâtû burhanekum in kuntum sadıkîn: De ki: Hadi getirin
delilinizi, eğer doğru söylüyorsanız?”
( 25 Eylül 2000 )
|