Burhaneddin
Rabbani hükümeti döneminde, bir Afgan resmi heyetiyle bir toplantıda
beraberdik. Heyetteki Savunma Bakan Yardımcısı, iç savaşın hepimizin
gözlerini yuvalarından fırlatan bilânçosunu sunuyordu. Bakan Yardımcısı’na
dedim ki: “Eğer Ruslarla savaş ile Müslüman gruplar arası iç savaşta
katledilen insan sayısını karşılaştırırsanız, hangisi daha yıkıcı
ve büyük?” Titrek bir ses tonuyla, “İkincisi!” demekte tereddüt
etmedi. Hemen arkasından şu soruyu sordum: “Peki, 7000 haneyi içindekilerin
tepesine yıkıp binlerce Müslümanın katline sebep olduğunu söylediğiniz
bu Müslümanlar, bu davranışlarını hangi İslâmi gerekçeye dayandırıyorlar?”
Muhatabım, “Biz Müslüman öldürmüyoruz ki, diyorlar!” dedi.
Aynı mantığı, dünyanın değişik yerlerinde değişik mezhep, meşrep,
grup ve kliklerine mensup Müslümanlarda, farklı biçimlerde müşahede
ettim. “Peçeyi, Kur’an farz kılmıştır!” diyen Pakistanlı bir
alime, “Makasıdu’ş-Şeria”dan ne anladığını, Kur’an’ın da
bir “maksadının” olduğunu hiç düşünüp düşünmediğini,
maksadı gözardı ederek sadece lâfız (cilbab) ve mânâdan yola çıkarak
ahkâm-ı şer’iyyeyi tesbit eden bir usulün bu ümmetin yükünü
bundan böyle taşıyamayacağını anlatmaya çalıştım, ama nafile.
Bu neyi gösteriyordu:
“Müslüman aklı”nın, Kur’an’a ve hayata yabancılaştığını
gösteriyordu. Bu bir anlama problemiydi ve ümmetin en büyük sorunu da
buydu. Eğer “akıl” hastalanmışsa, nasıl sağlıklı bir
eylem/amel üretilebilirdi? Eğer bilinç arızalıysa, “şimdi” ve
“burada”yı nasıl sıhhatli değerlendirebilirdi?
İyi ama, bilinç durup dururken hastalanmazdı ki! Bilinci hasta eden sağlıksız
ve sahih olmayan bilgiydi. Fakat, sağlıklı bilgi tek başına sağlıklı
bir bilinç oluşturmaya yetmezdi. Bunun için “sağlam ve derin anlayış”
anlamına gelen “Tefakkuh” lâzım-şart idi. Hani, tıpkı Tevbe
122’de buyurulduğu gibi: “Müminlerin toptan sefere çıkması doğru
olmaz; onların arasında her gruptan birilerinin sefere katılmayıp
dinde derin bir anlayış kazanmak için ilmi çalışma yapmaları
gerekmez mi?”
“Tefakkuh etmek” mi, “fıkıh
okumak” mı?
İkisi arasındaki fark mı?
Beyne’s-sera ve’s-süreyya!.. Tefakkuh fıkıh üretmektedir. Tefakkuh
etmeden “fıkıh okuyanlar”ın ise fıkhı tüketmekten başka çareleri
yoktur. İşte bunun için yıllardır “yeni bir fıkıh usulü”nden
önce “yeni bir tefakkuh usulü gerekir” diye diye dilimde tüy bitti.
Sanırım Gazzali bu nedenle Fıkıh İlmi’ni, dini ilimlerden değil
“dünyevi ilimlerden” saydı. Onun, “dini ilimlerin yeniden ihyası”
projesinde fıkhı “dünyevi ilimlere” katması, bizce “Müslüman
aklın krizi”nin farkında olduğunu gösteriyordu. Onun için fıkhı
“dünyevi ilimler” arasında tasnif ederek “tefakkuh”un önünü açmayı
amaçlıyordu.
İmam Hatiplerin köküne kibrit suyu döküyorlar! Başörtüsü zulmü
ayyuka çıktı... Biz de kalkmış “Kur’an okurken abdest almak farz
mıdır, değil midir?” meselesiyle uğraşıyoruz; öyle mi?!
Hayır hayır. Kimsenin abdestiyle falan uğraştığımız yok. Kur’an
bir yana, ben abdestsiz kitap-gazete okumam. Çünkü, yetişme tarzım
sayesinde abdest bende bir meleke halini aldı. Herkese tavsiyem de budur.
Fakat bu başka, “farzdır” demek başka. Sakalım var diye “sakal
farzdır” mı diyeyim? Çünkü, bunu da gördük. Boza içmiyorum diye,
“Boza haramdır” mı diyeyim? Bunu diyeni de biliriz.
Peki nedir derdimiz? Tek kelimeyle “Müslüman aklının yeniden inşası”na
katkıda bulunmaktır. Bu da ancak, “klâsik Müslüman aklını”
tahlile tabi tutmakla mümkündür. Atalara sadakat, ataların ocağından
külü değil közü geleceğe taşımaktır. Temyiz (seçip-ayırmak, ayıklamak)
imanın temelidir. Mümeyyiz olmayan, imanla mükellef değildir. Temyiz
olmazsa, “Müslüman aklı” yeniden inşa edilmezse ne mi olur?
Afganistan’ın anlı şanlı mücahitleri gibi; dünyanın süper gücü
Rus gâvurunu yener, deforme olmuş “aklınıza” yenilirsiniz. Sonuç
hüsrandır. Hüsranın niceliği değişir, niteliği değişmez. Onun için
de, biri kalkıp falancalara karşı mücadele dururken “Müslüman aklı”yla
uğraşmak mı?” demesin. Kur’an’ın buyurduğu gibi, herkes
“seferdeyken”, birileri “uyarı” görevlerini yerine getirsin.
Yoksa, “Ela hel bellağt?.. Rabbena feşhed!” deme hakkına sahip
olamaz.
Destur dostlarım destur... Neden hemen asıl metninin sahibini sorsam adını
söylemeyecek olanlar Reddu’l-Muhtar’ın, Kitabu’l-Fıkh ala
Mezahibi’l-Erbaa’nın evlere şenlik tercümelerine sarılıyor,
Nimet-i İslâm’ı burnuma dayıyor? Adını hatırlayamadığım o
sahabinin sözü geliyor aklıma: “Ben Allah buyurdu, Resulü buyurdu,
diyorum; siz de bana karşı kalkmış falanca buyurdu, feşmekanca
buyurdu, diyorsunuz!”
Bazı kardeşlerim “okumak”la “dokunma”yı karıştırdığımı düşünmüşler.
Derler ki, o sizin söylediğiniz “okumanın hükmü”; itiraz ettiğiniz
alıntıda ise “dokunmanın hükmü” dile getirilmiş.
İşte meselenin tam can alıcı noktası da bu ya! Ve benim de tüm varlığımla
itiraz edip bir “anlama problemi” olduğunu söylediğim şey de bu
ya!
Kelimelerin tarih içerisindeki anlam değişikliklerini inceleyen dil
ilmine “semantik” denilir. Akademi’de, Tefsir Usulü dersinde,
“Kur’an” kelimesinin semantiğini işlemiştim. Yüksek seviyelerine
rağmen ilahiyatçıların nasıl hayrette kaldıklarına şahit oldum.
Demek ki bildiğini zannedenlerin çoğu akidemizi, fıkhımızı üzerine
bina ettiğimiz “kavramların seyrü seferinden” habersizdiler.
Kur’an’da “Kur’an” lâfzı hangi anlamlarda kullanılıyordu?
Kur’an “mücerret vahiy” anlamına mı, “son vahiy” anlamına mı
kullanılıyordu? Son vahyin “sıfatı” mı, “ism-i hassı” mı,
“ism-i zatı” mıydı? “Mushaf” kelimesi sahabe tarafından ilk ne
zaman kullanılmıştı? Gerekçesi ve ait olduğu dil neydi? İkisi arasında
mahiyet farkı var mıydı? Bu iki isim ilk defa ne zaman birbirinin
yerine kullanılmaya başlamıştı? Bu kullanım bir kafa karışıklığına
neden olmuş muydu? Bu kafa karışıklığı Tedvin Asrı’nda fıkha
nasıl yansımıştı?..
Dönelim konumuza: Kur’an’la Mushaf’ı karşı karşıya yerleştirdiniz
ve dediniz ki: “Kur’an okumak caiz”, “Mushaf’a dokunmak
haram...” Sormazlar mı adama: ‘Zarf” mı değerini ‘mazruf’tan
alır, mazruf mu değerini zarftan alır? Keramet gökten inende mi,
yerden bitende mi? Kur’an’ın mânâsı mı daha mukaddes, kâğıdı
mı? Bir nice zamandır, Kur’an’ın emir ve nehiylerine saygı duymak
bir yana, onun mesajını mahkum edenlerin Mushaf’ı öpüp başlarına
koymalarında bu “aklın” payı var mıdır? Kur’an’ın kâğıdıyla,
tezhibiyle, yazısıyla, Kur’an’ın mesajından daha fazla
ilgilenmemizin temelinde yatan sosyal bilinçaltında bu klâsik akıl mı
yatmaktadır? Kur’an’ın mesajına savaş açanların elyazması
mushaflara bir çuval para saymalarındaki, onun ayetlerine saldıranların
o ayetlerden yapılmış hatları bir hazine para sayıp duvarlarına
asmalarındaki çarpık ve garip çelişkiyi başka türlü açıklayabilir
miyiz? Sahabenin Kur’an’la ilişkisiyle günümüz Müslümanının
Kur’an’la ilişkisi arasındaki farkta, bu “deforme olmuş aklın”
payı olabilir mi? Bugün toplum olarak Kur’an’a yaptığımız
muamele şu: “Kendisini öldürüp, cesedinin üzerine altın yaldızlı
kubbe dikmek!” Bunda, yukarıdaki mantığın rolü ne kadardır?
Dokunmakla okumak ayrımı, tarihi bir yanlış anlamadır. Hz. Peygamber
ve Sahabe aklının ürünü değildir, olamaz. Eğer rivayet yarıştıracaksak
bir’e karşı on’u garanti ederim. Bu can alıcı ayrım ne zaman başladı?
Bu ayrımdan öncesiyle sonrası arasındaki “Kur’an tasavvurunda”
bu ayrımın oynadığı korkunç rol ne oldu? Bu sorular çok önemli
sorulardır ve cevabı için “Tedvin Asrı”na dikkat!!!
Ağır konu, biliyorum. Bu konunun bir gazete köşesine ‘bol’ geldiğini
de biliyorum. Onun için de burada noktalıyorum. İlim adamı dostlarımızla
kendi aramızda tartışır, “barika-i hakikat” çıkması için çabalarız.
Yeter ki, yalnızca “fıkıh okumakla” yetinmeyip “tefakkuh eden”,
bilgiyi taassuptan, hakikati hayalden, makul ve “mansus”u
“mahsus”tan, “logos”u “mitos”tan önde tutan bir ‘akıl’la
tartışalım.
Hepimiz için duam: “Rabbim! İlmimizi ve fehmimizi artır!”
( 2 Ekim 2000 )
|