Hendek’te,
Sevgili Peygamber’in etrafında halelenmiş bir avuç mü’min aç karnına
hendek kazıyorlar. Kayalar çıkıyor kimi hendeklerden. Sevgili Nebi,
bir o hendekte, bir bu hendekte çalışmaları izliyor. Kimi zaman da
balyozu eline alıp kaya kırmaya yardımcı oluyor.
Çalışmalar geceli gündüzlü sürüyor. Kabule en yakın duanın
eylemle desteklenen dua olduğunu en iyi Peygamber biliyor. Yine böyle
bir sahne. Simsiyah lav granitlerine inen balyoz, kimi zaman kıvılcım
demetleri çıkarıyor, küçük bir şimşek gibi bazen bu demetlerin parıltısı
ay ışığında çalışan mü’minlerin yüzlerini aydınlatıyor.
Sevgili Nebi, etrafında karın doyurmaya yetecek yiyeceği dahi olmayan
insanlara düz aklın almakta zorlanacağı muştular veriyor:
- Bu kıvılcım demetinin aydınlığında Yemen burçlarını görüyorum!
Bir balyoz sadmesi daha ve yine öncekinden daha güçlü bir şerare:
- Bunun aydınlığında Kisra’nın Medain saraylarını görüyorum!
Altmışına ramak kalmış Sevgili Nebi’nin elindeki balyoz üçüncü
kez kıvılcımlar saçarak iniyor kayaya:
- Bu kıvılcımların ışığında Suriye tarafının aydınlandığını
görüyorum!
İnsanlığın şahit olduğu en büyük iman hamlelerinden birine
komutanlık yapan Kutlu Nebi’nin belinde dahi, açlıktan karnı sarkmasın
diye bir kuşak bağlı olduğunu bilen mü’minlerin, bu muştuların
gerçekleşeceğinden zerre kadar kuşkuları yok? İmanın en büyük imkân
olduğunu biliyor onlar ve bu bitimsiz imkânı enerjiye çeviriyorlar.
Orada bir stratejist olsaydı, hiç kuşkusuz bu müjdeleri “rasyonel”
bulmazdı. Kurmay bir savaş adamı olsaydı belki tuhaf karşılardı.
Fakat, Hz. Nebi’nin bu müjdeleri, çok değil bu tarihin üzerinden çeyrek
yüzyıl geçmeden fazlasıyla gerçekleşiyor. Tarih hakkın üstün olduğuna
ve onun üzerinde hiçbir şeyin olamayacağına bir kez daha şahitlik
ediyor.
***
“Sen değil, dağlar sallansın!”
Hz. Ali’nin ordusuna seslenişiydi
bu. Evet, sen değil, dağlar sallansın. Ama sen sallanma, dik dur,
dimdik dur. Yıkıldınsa, şöyle bir besmele çek:
“Bismillahirrahmanirrahîm!” de; “La havle ve la kuvvete illa billah!”
de; “Hasbunallahu ve ni’mel-vekil!” de; “La ilahe illa ente sübhaneke
inni küntü mine’zzalimîn!” de...
Bu sonuncusunun Hz. Yunus’un virdi olduğunu unutma; bunun “Senden başka
İlah yok: Sınırsız kudret ve yüceliğinle Sen her şeyin üstündesin:
doğrusu ben gerçekten zalimlerden oldum!” anlamına geldiğini unutma!
Görev yerini terkettinse, dön yerine ve insanlara bir yürek sakası
gibi gönül dolusu iman, umut, özgürlük, adalet ve güven taşımaya
bak. Unutma ki, senin eline muhtaç sahipsiz eller, senin sevgine muhtaç
mükedder gönüller, senin bir damla suyuna muhtaç kurumaya yüz tutmuş
güller var.
Önce sev, sonra ne yaparsan yap! Ama önce sev; yüreğin nükleer bir güç
merkezi olduğunu aklından çıkarma. Orayı her türlü işgalden
korumaya bak. İçinin bir yerlerinde hasar görmemiş, su almayan bir
tarafın olsun. Hayat denizinde fırtınalar kopunca senin sığınacak
limanın orasıdır. Orası, imanın ve inkârın makarrı, sevginin ve
nefretin payitahtı, beden ülkesinin başkentidir.
Akleden kalbini tahkim et.
Ama nasıl?
Tabii ki Kur’an’la!
***
Kur’an ayı yaklaşıyor. Ramazan, Kur’an’ın doğum ayıdır. Bütün
bir Ramazan’ı, Kur’an bu ayda doğdu diye oruçla kutlayacağız.
Kur’an’ın doğum gününün tam olarak hangi gün olduğunu bilmediğimiz
için, o günün içerisinde yer aldığı koca bir ayı kutlayacağız.
Ramazan, yine geliyor. Önceki yıllarda da gelmişti. Fakat,
Kur’an’la mı geliyor, Kur’an’sız mı?
İşte işin can alıcı noktası.
Hz. Peygamber, Hesap Günü’nde kendisine inananları Allah’a bir tek
konuda şikâyet edecek. Onun hangi konu olduğunu biliyor musunuz:
“İşte (o Gün) Rasul: ‘Ey Rabbim!’ diyecek, ‘Şu benim topluluğum
var ya; işte onlar bu Kur’an’ı terkedilmiş bir halde bıraktı!”
(25.30)
Tutun ki bir ölümcül hastalığınıza o hastalığı tedavi eden bir
tabipten bir reçete aldınız. Bardağa koyup suyunu mu içersiniz?
Yoksa, onu ezberleyip sabah akşam tilavet mi edersiniz? Yoksa onu altın
yaldızla yazdırıp duvara mı asarsınız? Ya yoksa onu besteler en güzel
nağmelerle terennüm mü edersiniz? Bunları yapar da derdinize derman
olmazsa, doktoru mu suçlarsınız? Yoksa reçeteyi mi suçlarsınız?
Tutun ki, bir savaştasınız ve başkomutan bir muharebe planı hazırladı.
Bu muharebe planına yukarıdaki kişinin reçeteye yaptığı muameleyi
yaparsanız savaşı kazanır mısınız? Savaşı kazanamazsanız
sorumluluğu o planı hazırlayan başkomutana mı yıkarsınız? Böyle
yaparsanız dürüst davranmış olur musunuz?
Tutun ki delicesine sevdiğiniz birinden gurbette mektup aldınız. Bu
mektubu açmadan, okumadan ne kadar zaman dayanabilirsiniz? Bir ömür?
Yok, bir yıl? Yok, bir ay? Yok bir hafta? Yok yok, bir gün? O bile çok
değil mi?
Sevdiğinizden aldığınız mektubu açıp okmak için bir gün bile
sabredemezken Rabbinizden size gelen mesajın ağzını şunca zaman geçtiği
halde hâlâ açmamışsanız, Mevla darılmaz mı? Her gün namazda
onlarca kez tekrarladığınız Fatiha’nın ne dediğinden dahi
habersizseniz, Kur’an kırılmaz mı? Rahmet kaynağı Rabbu’l-Âlemin’in
sana ‘tenezzül’ buyurup da nüzul ettiği mesajı, sen Ademoğlu
‘tenezzül buyurup’ (!) da “Rabbim bana ne diyor, ne demek
istiyor?” diye merak dahi etmezsen, bireysel, toplumsal, duygusal, düşünsel,
siyasal, ekonomik, hülasa hayatın tüm alanlarıyla ilgili hastalıklarına
nasıl ve nereden deva bulursun? Kur’an eczanesine sahip olup da, binbir
hastalığın pençesindeki yatalak bir hastanın bitkisel hayatına mahkûm
olmak, aslında neyin cezasıdır?
Kur’an ayı yaklaşıyor. Haydi bir seferberlik çağrısı yapalım
kendi kendimize; ki Ramazan, gelirken Kur’an’ı da yanında getirsin!
( 30 Ekim 2000 )
|