İslam, Kadın ve Özgürleşme
Ahmet İnsel
Birikim Dergisi, Eylül 2000
Afganistanda Talibanların kadınlara karşı uyguladıkları zulmün kılıfı, lslamdı. Bu zulüm, başka yerlerde, başka kılıflar altında tezahür etti. İslam böyle davranmayı emrettiği için değil, Talibanlar böyle davranmak istedikleri için kadının kamu alanında görünmesini yasakladı. İslam'ın bu konudaki sorumluluğu, bütün bu yapılanların aşırılığını olmasa bile, en azından çıkış noktasını meşru kılacak bir referans dünyası sunmasında yatıyordu.
Hidayet Şefkatli Tuksal'ın söyleşisinde belirttiği gibi, erkek egemen bir toplum içinde ilk defa biçimlenen İslam, kadını nesne olarak gören, koyu ataerkil bir zemin üzerine inşa edildi. Kadın üzerindeki erkek egemenliğini sürdürmeyi meşru kılan bir dizi kural ve yorum, İslam'ın referans kaynaklarında yer aldı. Bu kaynakların içinde, bugünkü anlamda kadın-erkek eşitliğini mümkün kılmayan bir dizi kural ve yorum hükmünü ve etkisini sürdürmeye devam ediyor. Buna rağmen, başta Kur'an olmak üzere, Islami kaynakları referans alarak, erkeğin kadına hükmetmesini meşru kılan günümüz erkek İslamcılarını, daha genel ve daha evrensel bir erkek egemen toplum tasavvurunun günümüzdeki en kararlı mücahitleri olarak değerlendirmek daha doğru olur. Bu bağlamda, İslam'ı da, kadim erkek egemen tasavvurun egemenliğini sürdürmek için başvurduğu bir araç olarak ele alabiliriz.
Dolayısıyla, örneğin Afganistan'da kadınlık konumunun bugünkü halinden, esas veya yegane sorumlu İslam değil, erkeklerin kadınlara egemen olma tahayyülleri ve bu tahayyülün esiri olarak, bunun mücadelesini sürdürenlerdir. İslam, bunu mümkün kılan söylemlerden birisidir. Geçmişte, örneğin Ortaçağda, Hıristiyanlık üzerinden de benzer bir tasavvur toplumsal pratiğe egemen olabilmişti.
Türkiye'de İslamcı kesimle Iaikçi kesim arasındaki siyasal-toplumsal mücadelede de, kadın bu mücadelenin aracı olarak yer aldı. Daha doğrusu, iki erkek egemen, ataerkil ve otoriter tahayyül dünyası da, kadınlar üzerinden bir iktidar mücadelesi verdi. Modernleşmeci tahayyül, kadınların özgürleşmesini belki samimiyetle arzu ederken, bunun aynı zamanda gelenekselci tahayyülün yenilgisinin somutlandığı bir sembol, belki en önemli sembol olmasına özen gösterdi.
Buna karşılık, 1980'lerden sonra eğitim kurumlarında kızların başörtüsüyle gelmeleri etrafında yoğunlaşan çatışma, bir kez daha kadınların kamu alanında kendi dışlarında iktidar mücadelesi aracı olarak yer almalarına yol açtı. Kadın hakları konusunda, laik kesimden çok daha fazla ataerkil geleneklere bağlı olan, erkek egemen İslamcılar, Ruşen Çakır'ın belirttiği gibi, yıllar boyunca türbanı "inananlara baskı yapıldığı" iddialarının en önemli ve çoğu zaman tek örneği olarak kullandılar. Bunun bedelini, işlerini, okullarını terketmek zorunda kalan erkekler değil, kadınlar ödedi. Askeri-laikçi irade daha şiddetli bastırdığında ise, bir simge olduğu için veya sadece inandığı için başını örten kadınlar, erkek İslamcıların ricat telaşı içinde bir kenarda unutuluverdiler.
Çünkü erkek egemen İslamcı siyasal tavır içinde, kadınların kendi seçtikleri bir kılıkta kamu alanında yer almaları özgürlüğü değil, kamu alanında tesettürlü kadınların çoğalmasının siyasi-simgesel anlamı önemliydi. Aynen kent yaşamında, sesi sonuna kadar açılmış hoparlörle okunan ezanın gördüğü işlev gibi. Namaza çağırmak için değil, müminlere biz buradayız demek, ama "ötekileri" de günde beş defa taciz edebilmek için, bir iktidar alanını tutmak için kullanılan bir araç.
Demokratik ilkelerden hareket edersek, kamu alanında genel ahlaka aykırı olmadıkça -ki bu sınırlamanın kapsamının da dar olması gerekir-, insanların nasıl giyinemeyeceklerinin siyasal güç tarafından belirlenmesi tartışmasız anti-demokratik bir tasarruftur. Başörtüsünde olduğu gibi, bunun bir simge olarak mı kullanıldığı, yoksa "samimi" inanç gereği olarak mı kullanıldığı tartışmasının bile demokratik bir çerçevede yeri yoktur. Bu bir hak tartışmasının nesnesi değil, ideolojik bir hegemonya mücadelesinin nesnesi olabilir. Kadınların özgürleşmesinin kılık ve kıyafetlerinde de özgürleşmeyle mümkün olduğuna inananlar, -ki ben de bunun esas belirleyici olmadığı ama önemli de olduğu kanısındayım- bunun mücadelesini ideolojik planda sürdürürler. Bu konu, bir ideolojik hegemonya mücadelesinin konusu olabilir. Demokrasi, fikri, ideolojik çatışma toplumudur. Ama üstün gelenin veya gücü elinde bulunduranın, kendi öznel değerlendirmesinden meşruiyet alıp, yasaklayarak üstün geldiği bir düzen değildir.
Bir ülkenin özel koşullları gibi gerekçe, bu konuda geçerli olamaz. Çünkü böyle bir gerekçenin geçerli olabilmesi için, örneğin sokakta gamalı haç pazubendiyle dolaşmanın yasak olduğu Almanya gibi bir ülkede, toplumun infial ve utanç duyduğu bir geçmişi hatırlatmamak için böyle bir yasağın getirilmiş olması gerekir. Türkiye'de ise, toplumun tarihinde başörtüsüyle ilgili böyle bir hatırası olmadığı gibi, "türban" biçiminden daha sıkı örtülen başörtüsüne karşı da tarihi-toplumsal genel bir utanç ve infial nedeni yoktur. Başörtüsüne değil de, türbana bir çevre, ama sınırlı bir çevre infial duymaktadır. Çünkü bu çevre türbanı, Iaikçi iktidara karşı bir direniş simgesi olarak algılamaktadır. Belki bu algılamasında haklıdır ve infial duymakta da, şahsen özgürdür. Ama bu infialini, devlet gücünü kullanarak, reşit yurttaşlar üzerinde bir baskı aracı haline dönüştürdüğünde, öznel bir tepkinin yasal bir tahakküm aracı haline dönmesine şahit oluruz. Kamu kurumunda kamu hizmeti almak için bulunan reşit yurttaşların, türban, parka, postal, yeşil/sarı/kırmızı renklerde atkı, beyaz çorap,, vs... giyip giyemeyecekleri konusunda hiçbir düzenleme getirilemez. Eğer demokrasiye bir nebze inanıyorsak...
Buna karşılık, kamu hizmeti veren konumunda olan kişilerden, belli durumlarda üniforma, belli durumlarda hizmetin tarafsızlığı ilkesini simgeleyecek bir kıyafet (hakim cübbesi) ve genel olarak, hizmet veren kişinin siyasal ve dini aidiyetini ortaya çıkarmayan bir kıyafet giyinmesi beklenir. Laik ve demokratik devlette, devletin tarafsızlığı, günübirlik kamu hizmetinde somutlanmalıdır. Sadece bu kıyafet mecburiyeti nedeniyle, örneğin üniforma giymemek için, kamu hizmetinde çalışmamak bir tercih nedeni olabilir. Mesleğin gerekleri, bazı kılık ve kıyafetleri yasaklayabilir (sakal ve itfaiyeci). Bütün bu zorunluluk ve yasaklamalar, demokrasi ilkesine aykırı değildir. Bu bağlamda, kamu hizmetinde çalışanlar açısından, türbanın siyasal bir simge olarak kullanılmasının yaratacağı sıkıntıların varlığını kabul etmek gerekir. Fakat bu sıkıntının da kaynağında, daha yukarıda belirttiğimiz gibi, türbanı araçsallaştıran İslamcılar da yer almaktadır. Türbanı siyasal bir simge olarak kullanma, elbette bir siyasal hareketin hakkıdır, ama bunun bedeli, o simgenin siyasal mücadelenin bir parçası, belki merkezi simgeseli olmasıdır. Bu durumda, iki taraftan kim kazanırsa kazansın, her durumda kaybeden kadınlar olacaktır.
Türkiye'de türbanlı kadın eylemlerinin başlangıcında türbanı, İslamcı dünyada egemen olan kadın fobisine karşı bir silah olarak kullanma dürtüsünün de yer aldığını biliyoruz. Türban, çoğu yerde modernleşme süreci içinde, taşra kökenli genç kızların aile ve özellikle baba ve erkek kardeş baskısından kısmen kurtulmalarının bir aracı oldu. Birikim'in bu sayısında Tuksal'Ia yapılan söyleşide olsun, Ruşen Çakır ve Cihan Aktaş'ın yazılarında olsun, erkek İslamcıların bu "feminist" vurgu karşısında telaşa kapılıp, olaya el koydukları belirtiliyor. Aynı rahatsızlığı Iaikçi kesimin de duyduğunu söyleyebiliriz. Hatta Ömer Laçiner'in Birikim'in daha önceki sayılarında belirttiği gibi, türbanın siyasallaşması, alt-orta sınıfların kadınlarının kamu alanında aktif olarak gözükmesinden rahatsızlık duyan üst sınıfın da işine geldi.
Görüldüğü gibi türban, Türkiye'deki sınıfsal çatışmadan, erkek egemen toplumsal tahayyülde kadına hakim olma simgesel mücadelesine ve geleneğin içinden bir özgürleşme kapısı bulup, bunu kullanmak isteyen kadın mücadelelerine kadar birçok belirleyeni olan, bir bütünsel toplumsal olay haline geldi.
Laikçi kamp, türban üzerinden yürütülen mevzi savaşının son dönemde İslamcılar aleyhine dönmesiyle yetinemezdi. Bu kez, "şeriatçı" erkeklere saldırılırken, elde somut teşkilat bağlantıları ve benzeri deliller yoksa, yine kadınlar delil oldular. Yine kadınlar üzerinden mücadele yürütüldü ve yürütülecek. Bu hegemonya mücadelesinin en anlamlı örneklerinden birisi, Danıştay V. Dairesi'nin 17.12.1999 yılında aldığı karardı. Bir ilçe eğitim müdürünün idari bir tedbirle, görevinden alınıp, başka bir yere öğretmen tayin edilmesi kararını bozan bölge idare mahkemesinin kararını bu kez Danıştay bozarken, kadına hakimiyet üzerinden sürdürülen mücadelenin "hukuki" kılıfını üretiyordu. Söz konusu kişinin, "eğitim yöneticisi olarak, resmi görevini başarıyla sürdürdüğünü", özellikle sekiz yıllık temel eğitime geçişte başarılı bir yöneticilik sergilediğini belirten Danıştay üyeleri, memurun "suçunun" karısının "bir sembol olarak kabul edilen türban takması" olduğunu, "ulusal bayramlar ve cumhuriyet balosu dahil, eşiyle hiçbir toplantıya katılmaması", "kapalı bir aile yaşantısı sürdürmesinin de bunun bir sonucu olarak, memurun resmi olmayan, diğer görevini aksatacağını, tarafsızlık ilkesine zarar vereceğini belirtiyorlardı. Karar cümlesi ise, başlı başına bir siyaset klasiği olmaya namzetti:
Laik bir ülkede, dinci akımların sembolü haline gelen türbanı yanlış mesajlara neden olabileceğini düşünmeksizin eşine kullandırarak, hakkındaki söylentinin daha da artmasına ve eğitim müessesesinin zedelenmesine neden olmak."
Danıştay aynı kararı, kocası çember sakallı olan bir memure için verir miydi? Büyük ihtimalle hayır. Çünkü laik Türkiye Cumhuriyetinde yüksek yargı organı da, erkeğin kadın üzerinde, kadının kimliğiyle ilgili güç kullanma hakkı olduğunu baştan kabul edip, söz konusu memur-erkeği bu hakkını kullanmamaktan dolayı suçlarken, türbanın değil, sonuçta erkekler arasındaki bir mücadelede kadının nesne olarak yer aldığını teyit ediyordu.
Umarız, Hidayet Şefkatli Tuksal'ın söyleşinin sonunda ifade ettiği gibi, "bir gün belki de kocalarından ve kocalarının desteklediği partilerden başlayarak yaşadıkları bu acı günlerin hesabını soracakları" günler gelecektir. 0 gün geldiğinde, Iaikçi ve İslamcı erkeklerin belki de aynı safta kadınlara karşı mücadele ettiklerini de görürsek, şaşırmayacağız. AHMET INSEL