Sabah, 30.03.2001

58'de Türban mı Vardı!

Gülay Göktürk

“1958’de ben üniversiteye girdiğimde ne türban vardı, ne de türban sorunu...” Sayın Cumhurbaşkanı’nın “eski güzel günler”i yad eden bu cümlesi tipik, tipik olduğu kadar da vehim bir yanılgının simgesi gibi...

O kadar tipik ki: bu cümle, koskoca bir 28 Şubat sürecinin baş gerçeklerinden biri yapıldı. Geniş kitleler irtica ile korkutulmaya çalışılırken, hep aynı örnek kullanıldı: “bakın üniversitelerdeki türbanlı öğrenci sayısına, bundan 20-30 yıl önce böyle miydi” denilerek sözde irticanın yükseldiği ispatlandı...

Oysa verilen örnek tam tersine, Türkiye’nin geriye doğru değil, ileriye doğru gidişinin bir göstergesiydi. Sayın Sezer, 1958’de üniversiteye gittiğinde elbette türbanlı öğrenci göremezdi. Çünkü o tarihte başını örten kızlar bırakın üniversiteyi, ortaokulun kapısına kadar bile gelemezlerdi. 58’de, köylerde kız çocukları ilkokul 4’e geldi mi, “artık gelinlik kız oldu” deyip okuldan alınıp çarşafa sokulurdu.

Evet, o zamanlar üniversiteye gitmek, ancak şehirli memur kızlarının yararlanabileceği bir ayrıcalıktı. Çünkü 58’de nüfusun yüzde 75’i kırsal kesimde yaşardı. Henüz büyük şehirlere göç başlamamıştı. İstanbul ve Ankara’dan başka yerde de üniversite yoktu. Kızlarını üniversiteye yollamak; köylerde, kasabalarda, taşra kentlerinde yaşayan o “mütedeyyin” aileler için hem maddi açıdan imkansız, hem de gelenek görenek açısından olmayacak bir şeydi.

Kusura bakmasın ama Sayın Sezer’in, “Ne güzel, 58’de üniversitelerde türban sorunu diye bir sorun yoktu” deyip iç geçirmesi aynen, “58’de organ nakliyle ilgili etik sorunlar yoktu” demeye benziyor.

Organ nakli yapılamıyorsa, etik tartışması da olmaz elbette. Başı örtülü kızlar üniversiteye girmeye talip olmazsa, üniversitelerde başörtüsü sorunu da olmaz. Siz şimdi “Keşke bu organ nakli gerçekleşmeseydi de, bizde bu etik sorunlarla uğraşmasaydık diyebilir misiniz? Üniversitelerdeki başörtülü öğrenci sayısına bakıp paniğe kapılanların karıştırdığı şu ki; bugün üniversitelerde başlarını örtmek isteyen kızlar, eskiden başı açık olan kızlarla aynı kızlar değil! Yani eskiden başı açık olan kızlar hidayete erip de başlarını kapamadılar; o zamana kadar üniversiteye hiç gelemeyen başı örtülü kızlar, üniversitelere gelmeye başladılar. Onların başları eskiden de kapalıydı. Ama siz görmüyordunuz, çünkü göz önünde değillerdi. Evlerinde nakış işliyor, koca bekliyorlardı... Şimdi gözünüze batıyor. Çünkü artık onlar da, anneleriyle, babalarıyla birlikte burnunuzun dibinde yaşıyor, sizinle aynı mahallede oturuyor, aynı mağazadan alışveriş ediyor, kızınızla aynı işyerinde aynı statüde çalışıyor, oğlunuzla aynı sınavda üniversite için yarışıyor ve okulda sıra arkadaşı oluyorlar. Söyleyin şimdi, bu gidiş ileriye mi doğrudur, geriye mi?

* * *

Sezer’in kuşağı, başı örtülü kadınları ya da sakallı amcaları hep evin baş köşesindeki nur yüzlü anneanne yada hacı dede, köydeki uzak akraba, on beşte bir çamaşıra gelen çamaşırcı kadın, semt pazarındaki yumurtacı amca, okullarda hademe, devlet dairelerinde müstahdem, hastanelerde hastabakıcı, mahkeme kapısında mübaşir olarak görerek büyüdü. Ve öyle görmeye o kadar alıştı ki, şimdi onların okulda hademe olmakla yetinmeyip öğretmenlik de yapmaya kalkmasına, sadece hastabakıcı değil doktor da olmasına, mübaşir olmakla kalmayıp avukat cübbesiyle karşısına çıkmasına; evde çeyiz hazırlamak yerine üniversitelere koşmasına bir türlü alışamıyor. her gördüğünde irkiliyor ve "Eyvah irtica mı kabarıyor” diye paniğe kapılıyor.

Oysa gördüğü şey; büyüyen, gelişen Türkiye’nin yeni resminden başka bir şey değil.

Bir çocuk büyürken, kafasının, gövdesinin, bacaklarının büyüyüp kollarının aynı kalması düşünülebilir miydi? Elbette, kollarda büyüyecekti. Bu ir anomali değil, gelişmenin doğal seyrini izlemesiydi. Türkiye büyür ve gelişirken, özellikle 80’lerdeki gelişimi yaşarken, aynı Türkiye’nin bir parçası olan dindar kesim de gelişti. Toplumsal konumunu alt katmanlardan üst katmanlara doğru yükseltti. Köşedeki sakallı bakkal, kasabadaki manifaturacı, toptancı hacı amca da çalıştı, sermaye biriktirdi, holding kurdu, ihracat yaptı para kazandı. Ve halkımızın diğer kesimleri gibi, çocuk okutmaya çok önem verdiğinden, ilk işi çocuklarını üniversiteye yollamak oldu.

İşte, türban “sorunu” böyle doğdu!

Evet, türbanın üniversiteye girişi, gerçektende bir simge... Türkiye’nin kendine özgü modernleşmesinin simgesi...