Baskının bu dört ülkede gösterdiği değişik simalara rağmen ortak bir
yanı da vardı: İşkence aracılığıyla politik-askeri örgütlere -ki bu
gerillanın kendisi tarafından açıklanan karakteriydi- öyle sert darbeler
vuruldu ki, bu çok az yıl sonra hem askeri hem de politik açıdan ölüm
darbeleri anlamına gelmişti.
Baskı gerillalarla yetinmiyordu. Bir kez çığrından
çıkınca her renkten politikacıya, sendikacıya ve tüm ilerici örgütlere
karşı pervasızca geliştiriliyordu. Buna paralel olarak liberal ekonomik
sistemler kurdular, bunlar liberal diye adlandırılıyor, çünkü burada
devletin tüm müdahalesi ortadan kaldırılıyor ve sadece kuvvetlinin kanunu
geçerli hale geliyor. Cono Sur'da yetmişli yıllar, inanılmaz bir uyanış
hevesi tarafından belirlenirken, daha sonraki yıllar, sadece kısmen ilerici
olan kımıldanmaları bile yok eden askerlere aitti. Seksenli yılların başından
itibaren Cono Sur'un hemen hemen tüm ülkeleri her ne kadar askerler güçlü
iktidar pozisyonlarını korusalar, başka deyimle tüfekleri hemen yanı başlarında
olsa da, demokratikleştirildi.
Bugün yarı kıta bir başka tablo sunuyor: Altmışlı
ve yetmişli yılların uyanış hevesi artık gerilerde, halklar yıkımla karşı
karşıya ve diktatörlükler sadece örgütleri değil, başka şeyleri de yok
etmişe benziyorlar. Kafalarda da iktidar kurmuşa benziyorlar. Tüm hatalara rağmen
toplumsal değişim azminin motoru ve ifadesi olan eskinin gerillası -geri
kalan sol gibi- bir çıkmaza girmiş görünüyor .Latin Amerika'nın yoksullaştırılması
şaşılacak bir tempoda ilerlerken, toplumsal şartları değiştirmeye aday güçler
yerlerinde sayıyor gibiler, buna karşılık sağ ve aşırı sağ güçler ise
seçimleri manüplasyona ihtiyaç duymadan kazanabiliyorlar.
Alınan yenilgi hareketlerin hiçbirisi tarafından
sistematik olarak değerlendirilmedi, strateji ve ideolojinin derin bir
incelemeye ihtiyacı var, ancak buna kimse cesaret edemiyor gibi. Kendi tarihi
ve hatalarının analizi yapılmayınca sadece yanılgılar tekrarlanmıyor ,
aynı zamanda daha ağır yanılgılara düşülüyor. Toplumun azımsanamayacak
bir bölümü önceleri (sayfa 8) gerillaya sempati ve ümit
beslerken, bugün bir tekrar denemesi eskinin sempatisini nefrete ve hor bakmaya
dönüşürüyor. - Tablada kışlasının I989 Ocak ayında eski ERP üyeleri
tarafından işgal edilmesi olayında bu böyle oldu; gerillalar terörist
oluyor, gerilla ise canavar. Önceleri egemenIer için politik bır sorun olan
şey, böylece polisiye-askeri bir düzeye indirgenebildi. Bu kitap ortaya atılan
sorulara cevap ve analizler sunmayacak. Bu kitap bir tartışma süreci için
sadece materyal sunmayı hedefliyor. Gerilla örgütlerinin tarihini ise zaten
yazamaz. Açıklayıcı ve uzun önsöz sadece global bağlamı kaba hatlarıyla
çizmeye ve daha iyi anlayabilmek için kimi arka plan bilgilerini vermeye
hizmet ediyor. Konuşmaların hedefi, geçmiş tecrübenin bir bilançosunu çıkarmak,
yenilginin sebeplerini araştırmak ve değişen dünya durumu ışığında
gelecek için perspektifler ve dünün tasarılarının bugünkü geçerliliği
üzerine konuşmak.
Şu ana kadar gerilla örgütlerinin hiçbirisi kapsamlı bir özeleştiri
sunmadı, gerçi MLN şu anda kendi tarihini yazmakla meşgul, ancak 1985 yıIında
legalitede yapıtıkları kongrede verdikleri özeleştiri sözü havada kaldı.
Resmi bir anlatımın eksikliği yüzünden hareketlerin eski önderlerinin kişisel
düşünceleri sorulacak. Burada yayınlanan röportajlar bir kişinin özel görüşlerini
içeriyor, yani bir örgütün görüşünü içermiyor. 1974 yılında "Devrimci
Koordinasyon Cuntası"nı kuran dört ülkenin hareketlerinden beşer kişi,
önderleri ama, aynı zamanda gerillanın orta düzeyinden insanlar seçildi.
Karşı tarafa geçenlerin ya da işkencede çözülenlerin anlatımlarına, bugün
politik olarak ciddiye alınamayacak kişilerle röportajlar gibi, gerek
duyulmadı.
Tabii ki sadece eski "Devrimci Koordinasyon
Cuntası"nı (JCR) kuran dört ülkeye bakmak ve Peru'yu -daha da önemlisi-
Brezilya'yı ele almamak bir sorun. Son 35 yıldır kamuoyu tarafından az tanınan
birçok gerilla kurma girişiminin olduğu Paraguay da var tabii. Komünist
partilerinin ve örneğin Şili'deki Frente Patriotico Manuel Rodriquez gibi
hareketlerin gelişimi -ve krizi- de konu açısından büyük önem taşıyor.
Sadece FPMR'nin 1983'den sonra bağımsız politik-askeri bir örgütlenme olmayıp
KP'nin silahlı kolu olarak ortaya çıkmış olması gerçeği yanında, özellikle
yerel nedenler de deneyimin kısıtlanmasını etkiledi.
Sorun röportajlar sırasında herhangi bir müzakere
yapmak değil, soruların yöneltildiği kişilerin kendi kelimeleriyle kendi düşüncelerini
ve (sayfa 9) sorularını özgürce dile getirmeleriydi,
bundan dolayı -tamamen gazeteciliğe aykırı bir şekilde- daha çok asgariye
indirgenmiş kısa ve öz sorular var. Röportaj biçimi korundu, çünkü önemli
olan analiz değil, dünün gerillalarının pozisyonlarını açıklamasıydı;
bir gazetecinin bir eylemi ya da düşünce tarzının "yanılgı"
diye değerlendirmesinin politik anlamı, buna bir gerillanın 15 yıl sonra
"yanılgı" etiketini yapıştırmasından farklıdır.
Soruların yöneltildiği kişilerin hemen hemen
yarısı hukuksal ya da güvenlik sebeplerinden dolayı anonim kalmayı tercih
etti, bu durumda soru yöneltilen kişilere sadece bir ön isim verildi.
Devrim ve sosyalizm - bu Latin Amerika'da altmışlı yıllara
kadar komünist partilerinin felç edici aşamalar düşüncesi anlamına
geliyordu. KP'ler bu tarihe kadar , üretici güçlerin gelişimini ilerletmek için
solun feodal ve yarı-feodal egemenlik ilişkilerine sahip olan Güney Amerika
ülkeIerinde önce burjuvazinin demokratik kesimiyle ittifak yapması gerektiğinden
hareket etmişlerdi. Kapitalizm ve işçi sınıfı geliştikten sonra,
sosyalist devrimin gerçekleştirilebileceği söyleniyordu. Aşamalar şeması
devrimcilerin bu süre içerisindeki görevinin, güç toplayabilmek ve örgütü
inşaa edebilmek için parlamentarizmi ve legaliteyi korumaktan ibaret olduğunu
söylüyordu. Ocak 1959'da silahlı kişilerden oluşan bir grup, Küba'nın
Sierra Maestra'sından şehirlere indiğinde ve diyalektiğin ve tarihsel
materyalizmin bütün KP'ler açısından kutsal yasalarını çiğniyor gibi göründüklerinde,
ideolojik çevre böyleydi: Aşamalar teorisine müsamaha göstermeksizin
devrimi yaptılar. Kimi kararlıların silahlı mücadelesinin emperyalizm yanlısı
rejimleri yıkmanın etkili bir yolu ve sosyalizm için bir şart olduğunu tüm
dünyaya böylece kanıtladılar. "Anti-emperyalist ve sosyalist devrimi
yapmak zorundayız" diye açıklıyordu Fidel Castro 1961 Aralık ayında
ve devam ediyordu: "Bir devrimden daha önemli bir şey yoktur, insanlığın
büyük diyalektik gerçeği budur: Emperyalizme karşı sadece sosyalizm
durmaktadır." Kübalılar, özellikle Ernesto "Che" Guevara,
yerli burjuvazilerin demokratik karakterli olduğu yolundaki KP teorisine karşı
çıkıyorlardı: "Milli burjuvaziler" diyordu Che Mayıs 1967'de yazdığı
efsanevi "Üç Kıtaya Mektup"da, "emperyalizme karşı
kendilerine ait bir tasarı sunma yeteneğini kaybetmişlerdir, bir zamanlar böyle
bir şeye (sayfa 10) sahip olmuş olsalar bile..."
Burjuvazinin sözde ilerici kesimleriyle bir ittifak yerine, "yeni insan"
kapitalist yabancılaşmanın kötülüklerini ortadan kaldırmalıydı; üretimin
artırılması için ekonomik teşvikleri ve sosyaIist devletin karlılığını
kesin olarak reddeden Che, "yeni insanın" yaratılmasının devrimin
son hedefi olduğunu söylüyordu.
Küba ve de Cezayir devriminin ikinci bir kıtasal
etkisi daha vardı: Silahlı mücadele, sosyalizmi kurmak için iktidarı ele geçirmenin
vazgeçilmez bir şartı olmuştu. Egemen sınıfın askeri aygıtının parçalanması
proletaryanın zaferi için ön koşuldu. Balta değmemiş ormanlarda ve dağlarda
emin bir geri çekilme alanına sahip olan ve buralardan silahla politika
yapacak gerilla başarı sözü veren bir metoda benziyordu. "Gerilla halkın
savaşan öncüsüdür" ve "Focus" devrimin objektif şartlarının
yaratılmasına katkıda bulunabilir, diye yazıyordu Che Guevara ve uyararak
ekliyordu: "Bu, halkın desteği olmaksızın kaçınılmaz bir kargaşanın
başlangıcıdır." Che için "Focus'un", gerilla-çekirdeğinin
devrimin taşıyıcısı olduğu gerçeklerden çok, Fransız teorisyeni Regis
Debray'ın yorumuna dayanmaktadır. Küba Devrimi Latİn Amerika solcularının
beyinlerini ve kalplerini fethetmişti, giderek daha fazla insan KP'lerin aşamalar
teorisinden uzaklaşıyor ve altmışlı yılların sonundan itibaren silahlı mücadeleye
yaklaşıyordu: Uruguay'da MLN-Tupamarolar ve Arjantin'de PRT ün kazandı
Bolivya'da Che Guevara, Peredo kardeşlerle ELN'yi kurdu, Brezilya'da Carlos
Marighela ve yüzbaşı Carlos Lamarca silahlı örgütler yarattılar ve Şili'de
MIR oluştu. Kırlarda kısmen küçümsenemeyecek üslere sahip olmalarına rağmen,
faaliyetlerinin ağırlık noktasını şehirler ve buralarda da özellikle öğrenci
sektörü ve yoksul mahalleler oluşturuyordu. Sadece Bolivya'da ELN baştan
itibaren dağları tercih etti.
Latin Amerika'da politik-askeri örgütlerin oluşumu
ABD emperyalizminin değişen stratejisine karşı bir cevaptı da.
Washington'daki Büyük Birader'in politikası geçen yüzyılın ortasından
beri -ilk ABD müdahalesi 1853'de "Amerikan yaşamının ve Amerikan çıkarlarının
korunması için" Nikaragua'ya karşı yapılmıştı- ABD ordularının
orada "Pax Americana"yı yeniden kurmak üzere arka bahçeye
girdikleri müdahalelerden oluşuyordu. 26. ABD Başkanı Theodore Roosevelt'in
20. yüzyılın başında müdahale politikasını ifade ettiği gibi "big
stick" -kalın sopa- doktrini hakimdi: Daha sonra Washington'a, stars and
strips (ABD bayrağı) ile eş (sayfa 11) anlamlı olan
batı medeniyetinin korunmasında dünya jandarması rolü düştü. "Big
Stick" politikası, 1961 Nisan'ında ClA tarafından fınanse edilen ve yönlendirilen
mülteci Kübalılar, Küba'nın Domuzlar Koyuna çıkartma yaptıklarında ve
orada sefil bir şekilde kaybettiklerinde, çoktan son bulmuştıı.
Her ne kadar "arka bahçede" hakimiyet
kurmaya yönelik ABD doktrinlerinin geçerlilik süreleri bıçakla keser gibi
ayrılamazsa da -1965'de Dominik Cumhuriyeti'ne yapılan ABD müdahalesi ve
Kuzey Amerikalı deniz kuvvetlerinin 1983'de Grenada'ya yaptığı çıkartma
daha sonra geçerlilik kazanan askeri teorilerin değil daha çok "big
stick"in yürürlükte olduğunu gösteriyor- Domuzlar Koyu eyleminin başarısızlığa
uğraması imparatorluğun yeni stratejisinin başlangıcını oluşturuyor.
1961 Ocak ayında henüz yeni seçilen ABD Başkanı
John F. Kennedy ilk konuşmasında, Güney'deki "zavallı yeğenlerle"
yeni bir ilişkinin kurulacağını ve "llerleme İçin İttifak"ı müjdeliyordu.
Sorun, sonunda "sefaletin zincirlerini parçalamaktır" deniliyordu.
Kendisinin yeni "İlerleme İçin İttifak:"ı (Alianza Para El
Progreso) ABD'li güvenlik politikacılarının, devrimci akımların bir bütün
olarak sadece dünya komünizmi tarafından yönlendirilmediği, tersine köklerinin
ülkelerindeki sosyal adaletsizliklere dayandığı şeklindeki düşüncelerinden
hareket ediyordu. Sol düşünceleri henüz başlangıçta boğabilmek için artık
baskı, sosyal reformlarla birleştirilecekti. Washington artık gelecekte şimdiye
kadar olduğu gibi sadece diktatörlükleri değil, demokrasileri de
destekleyecek, Güney Amerika'da ekonomik büyümeyi sağlayabilmek için uzun
vadeli krediler hazır tııtulacak, fiyatlar istikrara kavuşturulacak, bir
toprak reformu uygulanacak ve gecekonduları ortadan kaldırmak için konut yapımı
desıeklenecekti. Halk eğitim programları cehaleti ve kırda kurulacak sağlık
merkezleri çocuk ölümünü kökünden kazıyacaktı.
Bunlar sadece güzel laflar olarak kalmadı,
bunları çeşitli uygulamalar da izledi. Aniden teknik yardım programları ve
üniversiteler için burslar sunulmaya başlanmıştı. Kennedy'nin üç yıllık
başkanlık döneminde, Latin Amerika'ya son 16 yıldan üç misli daha fazla
para akmıştı.
Ağustos 1961'de -Kennedy'nin göreve başlamasından
sadece sekiz ay sonra- Uruguay'ın kibar sahil şehri Punta del Este'de,
Kennedy'nin "Bu devrim aracılığıyla yakın geleceğimizi şekillemek için
buluşuyoruz" parolası (sayfa 12) altında açtığı,
Latin Amerikan devletleri konferansı yapıldı. Kıta.nın 20 ülkesi tarafından
imzalanan Punta. del Este Sözleşmesi öyle ilericiydi ki, hatta Küba'nın
temsilcisi, Che Guevara dahi karşı çıkamamış, sadece çekimser kalmıştı.
O sırada basında çıkan haberlerde şöyle deniyordu: Amerika'da şimdi iki
devrimci hükümet vardır: Küba ve Washington. "Büyük birader'in"
kaba kavgacı müdahale politikasının artık köhneleştiği ve komünizme karşı
mücadelede sadece askeri olmayan ince baskı metodlarının gerekli hale geldiği
bu sırada görmemezlikten geliniyordu. "İlerleme İçin İttifak"
Programlarıyla yoksulların en yoksullarına, bunları sistem değiştiricilerin
kollarına itmemek için, biraz yardım edilecekti, "yukarıdan devrimle"
, "aşağıdan devrimin" önüne set çekilecekti.
Birleşik Devletler Punta del Este'de, bu "devrimin"
gerçekleşmesi için o ana kadar yaptıkları ekonomik yardımların dört
mislini kullanıma sunacaklarına dair garanti verdiler. On yılda '"ilerleme-planı"
için toplam 80 milyar dolar harcanacaktı
Önceleri sözü verilen yardımlar gerçekten Kuzey'den Güneye doğru
akmaya başladı, bu ABD medyalarının yaydığı gibi komşu sevgisinden yapılmıyordu;
tabii ki, ABD bu süre içerisinde Latin Amerika'daki ekonomik ve politik nüfuzunu
oldukça geliştirip yaydı ve 60'lı yıllarda İkinci Dünya Savaşı'nın
etkilerinden giderek kurtulan ve Güney yarımküresine doğru uzanmaya başlayan
Avrupalı sanayi devletlerini hissedilir bir şekilde geri püskürttü.
"İttifakın" ilk yılı iyi geçti,
gelişme programlari için Latin Amerika ülkeleri 8 milyar dolar sağladılar,
ABD bir milyar ve uluslararası örgütler de bir milyar verdi. Özellikle Şili'de
"İlerleme İçin İttifak" felsefesi yankı buldu. Santiago ve orada
oturan Latin Amerika Ekonomik Komisyonu CEPAL, Güney Amerika ülkelerinin sözcüsü
haline geldi, "Desarrollismo" (Gelişmecilik) üçüncü dünyanın
kalkınma teprisi ortaya çıktı. Gerçi Kennedy'nin ve "İlerleme İttifakı"nın
bolca sunduğu nimetler -ilan edildiği gibi- en yoksullara değil orta tabakaya
ve orta tabaka işletmelerine akıyordu. Ama küçümsenemeyecek bir iç pazar
ve yeni bir ulusal özbilinç de oluşmuştu.
Ancak 1963 Kasım'ında Kennedy'nin öldürülmesiyle
ittifak da öldü. Altyapı'nın geliştirilmesi için para yardımı yerine,
Washington, Güneye giderek daha az para gönderiyordu ve şirin slogan "İlerleme
İttifakı" altında (sayfa 13) Latin Amerika'ya ulaşanın
ise, bir zamanların gelişme fıkriyle artık çok fazla alakası yoktu: Ticari
krediler verildi, Barış Gücü fınanse edildi ve kendi tarım ekonomilerinin
üretim fazlası, gıda maddeleri hediyesi olarak Güney'e aktarıldı. Vietnam
Savaşı muazzam miktarda paraya mal olmaya başlamıştı ve ittifakın "sosyal
rüyaları" için geriye bir şey kalmamıştı, kaldı ki, Latin
Amerika'da komünizm tehlikesi şimdilik atlatılmışa benziyordu ve ikinci bir
Fidel Castro tehlikesi yoktu.
* * *
.
Yetmişli yıllarda İmparatorluk Güney'deki
"zavallı yeğenler" karşısında zafere ulaşmıştı. Sol ya fizik
olarak yok edilmişti ya da cezaevindeydi, devletin terörizmi ise toplumu
etkili bir biçimde korkuya ve dehşete düşürmüştü. Sosyal adalete olan özlemlerinin
sert bir şekilde cezalandırılacağı ve ütopyalara bağlanmamanın daha sağlıklı
olduğu pratikte gösterilmişti. Askeri zordan sonra ekonomik zor geldi. İnsanlar
alım güçlerinde büyük bir düşüşü kabullenmeye zorlandılar, orta
tabaka yoksulluğa itildi. Yine insanlar iyi bir geleceğe ilişkin rüya kurmak
yerine günlük yaşamlarını sürdürebilmek için çalışmaya zorlandılar.
Artık devrimin değil, ücretlerin ödeneceği günün özlemini çekmeliydiler.
Parola şuydu: Becerebilen kendisini kurtarsın!
1979'da aniden alarm sistemi çaldığında
imparatorluk açısından Güney Amerika'da durum denetim altındaymış gibi görünüyordu:
Nikaragua'da (sayfa 16) Sandinistler iktidarı almıştı.
Böylece Washington'da, uzun süreli diktatörlüklerin bütün halkı
kendilerine karşı birleştirdiği ve diktatöre karşı nefretin bir devrimci
duruma dönüşebileceğine dair tehlikenin bilincine varıldı. Yeni bir
konsepte ihtiyaç vardı.
* * *
"Project Democracy"e ideolojik alanda eşlik edecek müzik için
sunulan paralar askeri harcamalarla kıyaslandığında oldukça az olmasına rağmen,
bu paralar, askeri diktatörlüklerin ABD dostu demokrasilere (sayfa
18) dönüştürülmesinde azımsanamayacak bir rol oynamışlardır.
Askeri rejimleri izleyen yeni sivil hükümetler, uluslararası finans-kapitalin
dikte ettiği şartlan itirazsız kabul etmek zorundaydılar. Sosyal ve endüstriyel
gelişme gibi kendi ülkelerini ilgilendiren saçmalıklar için yer yoktu.
Siviller hükümete gelirken, askerler iktidarda kalmışlardı. Diktatörlüklerin
baskıcı yasaları hemen hemen tamamen devralındı ve insan haklan ihlalleri için
af yasaları çıkarıldı. İmparatorluk, bir diktatörlüğün "kontrol
altındaki bir demokrasiye" dönüştürülmesini en mükemmel şekilde
Uruguay'da başardı. Burada küçük bir makyaj hatası -l980'de kaybedilen
referandum- sayılmazsa, Arjantin'de kaybedilen Malvinler Savaşı sonrasında
askerlerle partiler arasında gündeme gelen çelişkiler olmaksızın,
parlamenter demokrasiye düzenli bir geçiş sağlandı.
* * *
* * *
* * *
Askerlerin mirası -milyarlık borçlanma- ne kısa ne de uzun vadede çözülecek
gibi değil: Sadece faizlerin değil, aslının da geri ödenmesi zorunlu. Fidel
Castro birkaç yıl önce dış borçların "ödenebilir ve alınabilir
olmadığını" söylediği zaman yanılıyordu. Dış borçlar ödeniyor,
ve toplanıyor, çünkü uluslararası güçler dengesi kesin bir şekilde
imparatorluk lehine değişti. Kim ödeyemediği ya da ödemek istemediği için
ödemeleri reddederse, onun için kredi musluğu kapatılıyor ya da yurtdışındaki
varlık ve paralarına el konuluyor - New-York'taki Citybank ödenmemiş bir
krediyi geri alabilmek için 1989 Mayısının ortasında Ekvador Merkez Bankası'nın
hesabına el koyduğunda, bu böyle olmuştu. Dünya pazarından dıştalanma
tehditi bir moratoryumla her türlü flörtü daha baştan boğuyor. Alternatif
ve çıkış imkanları şimdilik bulunmuyor. Eğer sanayi devletleri ile değilse,
kiminle ticaret yapılacak? Zaten az dövizleri bulunan sosyalist ülkeler bütün
güçleriyle dünya pazarına katılmaya çalışıyorlar ve Güney-Güney
ticareti geçen on yılların tüm iyi niyet gösterilerine rağmen çok minik
adımlarla ilerliyor. Alfonsin, Sarney ve Sanguinetti'nin hızla uygulamak
istedikleri Latin Amerika'da "bölgeselleştirme" (ticaretin bölgeselleştirilmesi)
girişimi de şu ana kadar sonuçsuz kaldı. (sayfa 23) Bölgeselleştirme
ile uzun vadede Avrupa örneğinde olduğu gibi bir ortak parazır kurulması ve
kısa vadede en azından Latin Amerika ülkeleri arasındaki mal değiş-tokuşunu
canlandırma ve teknolojik alanda ortak faaliyet anlaşması hedefleniyordu Böyle
bir proje yeni bir öz güven ve bilinci getirir ve sadece kendisini dünya
ekonomisinin mihveri olarak gören endüstri devletlerini tehdit ederdi.
Borç ve faiz yükümlülüğü dışında bir
yol yok. Faiz ödemeleri için ayrılan para devlet bütçesinden çıkıyor,
askeri diktatörlükleri geride bırakan ve ekonomik çöküntü ile karşı karşıya
bulunan ülkeler için gerekli olan bir Marshall-Planı için para yok. İmparatorluk
sadece faizlerin ödenmesini organize etmekle yetinmiyor, aslında geri ödenmesini
istiyor ve şu parolaya göre hareket ediyor: Dept equity swap - ya da dış borçların
kapitalleştirilınesi. Dış borç senetleri mali itibara göre uluslararası düzeyde
ilk değerlerinin çok altında piyasaya sürülmektedir. Uruguay'ın borç
senetleri halen %70 değerinde iken, Bolivya'nınkileri nominal değerinin
%5'inden almak mümkün. Bu dış borç senetleri borçlu ülkenin Merkez Bankası'na
iletilmekte ve Merkez Bankası bunları değerinin %100'ünden ulusal para ile
satın almak zorunda kalmaktadır. Bu para ile ülkede ucuz alışveriş yapılabilir.
Yeraltı kaynakları, ormanlar, özelleştirilmiş endüstri kuruluşları ve
hizmet sektöründe faaliyel gösteren kurumlar satın alınabilir.
Son yıllarda yeni bir ekonomik imparatorluk yükseldi:
Pasifik havzası ve onun başında Japonya. Bu imparatorluk dişlerini hemen
geleneksel ticaret ortaklarının yanı başından Latin Amerika'ya uzattı.
Ellili ve altmışlı yıllarda Üçüncü Dünya'da öncelikle ABD şirketleri
yatırım yapmışken, şimdi inisyatifi kaybettiler. Yüksek askeri harcamalar
ve negatif bir ticaret bilançosu yüksek bir dış borçlanmaya yol açtı ve iç
borçlanma, özellikle tarım sektöründe, şu ana kadar görülmemiş
boyutlara ulaştı.
Buna karşılık Japonya dünyanın en yüksek
ticaret gelirlerine sahip, en büyük sermaye ihracatçısı ve ABD'nin en önemli
alacaklısı. 1988'de Tokyo, ticaret gelirleriyle Üçüncü Dünya'ya yardım
edeceğini ve kalkınma yardımı olarak 30 milyar dolar hazır tutacağını
bildirdi. Bu 30 milyarın aslan payı yüksek kalkınma oranlarına sahip Asya
ülkelerinden oluşan Pasifik havzasına akacaktır. Latin Amerika'da Panama,
buraya yapılan Japon yatırımlarının yarısını, özellikle gemicilik ve
bankacılık sektörleri için alıyor. Tokyo, ABD çıkarlarının aksine
Noriega ile anlaşmıştı. (sayfa 24) Panama'nın yanı
sıra son iki yıldır bir başka Latin Amerika ülkesi de stratejik önem taşıyor:
Şili. Dept equity swap yöntemiyle Japon şirketleri Andlar devletinde birçok
şeyi satın aldılar. Yatırım yapmaksızın satın alıyorlar. Yeni sanayi
kuruluşları oluşturmuyor, tersine doğa kaynaklarını sömürüyor ya da özelleştirilmiş
hizmet sektörü fırmalarını devralıyorlar. Japonlar istisna değil. Üçüncü
Dünya'da artık pek yatırım yapılmıyor, artık sadece spekülasyon yapılıyor
ya da hammaddeler sömürülüyor. Azgelişmiş ülkelerin kendilerini giderek
daha fazla açmalarına ve potansiyel yatırımcılar için giderek daha uygun
şartlar yaratmış olmalarına rağmen, doğrudan yatırımlar son on yılda
oldukça gerilemiştir; Latin Amerika'da bu gerileme oranı her yıl %8.5'dir,
deniliyor BM-Latin Amerika Ekonomik Komisyonu CEPAL'in bir istatistiğinde.
Azgelişmiş ülkelerin sunduğu rekabet avantajı
-ucuz işgücü- mikroelektronik çağında artık belirleyici olmuyor. Altmışlı
yıllarda Üçüncü Dünya ülkelerinde yatırım yapma kararı için ucuz işgücüne
sahip olmaları faktörü tayin edici oluyorken, artık bilgisayar yönlendiriciliğinde
üretim metodları devreye sokulduktan sonra endüstri devletlerinde de ücret
giderleri düştü. Ve eskiden bir yatırım için arka planda, yatırım yapılan
ülkenin pazarını fethetme düşüncesi gizliyken, şimdi artık dış borçların
geri alınması çağında geriye sömürülebilecek giderek daha az bir alım gücü
kalıyor, çünkü orta tabakaya ekonomik saldırıyla birlikte Latin Amerika ülkelerinin
iç pazarları da daralıp küçülüyor .
Endüstri devletleri paralarını giderek daha
fazla bir oranda, diğer endüstri devletlerine ve Güney Kore, Tayvan gibi
Asya'da kalkınmada belli bir mesafe katetmiş ülkelere yatırıyorlar. 20 yıl
önce ABD'ye tüm yatınmların sadece %10'u akarken, bugün bu oran %50'ye yükselmiştir.
DoIar ucuzlamıştı ve sadece sermaye yatırımı yoluyla ABD pazarına köprü
atabilmek mümkündü, çünkü bu pazar kendisini sürekli bir himayecilikle
korumuştu. Avrupalı yatırımcılar, Üçüncü Dünya'ya ilgilerini kaybetmiş
gibiler, 1992'de Avrupa'da gümrükler kalkıyor ve ortak pazar yeni pozisyonların
fethedileceği komşu ülkelere sermaye akımını güçlendiriyor. AT'nin dışında
gözler, doğuya kayıyor, Varşova Paktı devletlerinin pazarlarına...
İmparatorluk lehine değişen güçler dengesi
Üçüncü Dünya için terms of trade'i (ticaret hadleri) kötüleştirdi, bu
şu demektir: Endüstri devletlerinden (sayfa 25) ithal
ettikleri her şey giderek daha da pahalıya mal olurken, hammadde fiyatları da
giderek düşmektedir. ABD, Japonya ve AT, bir taraftan ve aynı zamanda serbest
piyasa ekonomisi ve liberalizmin yüksek şarkısını akortlarken, diğer
taraftan kendi üreticilerini sert bir himayecilikle azgelişmiş ülkelerin ürünlerine
karşı korumaktadırlar. Tarım ürünlerine subvansiyon politikalarıyla, Güney
yarımküresi ülkelerinin geleneksel pazarlarını fethettiler, örneğin
Avrupa kökenli sığır eti, rekabet ettiği Uruguay'lı sığır etinin Arap
ülkelerindeki alıcılarını kapıncaya kadar sübvansiyona tabi tutuldu.
Hammadde ihracatçısı olarak Üçüncü Dünya'nın geleneksel işlevi, sadece
himayecilik ve sübvansiyon politikalarından dolayı tehlikede değil.
Mikroelektronik alandaki devrimden sonra Biyo- Teknikte beklenen devrim
uluslararası iş bölümünü yeniden tanımlayabilir.
Gen-teknoloji herhangi bir organizmanın ırsi
istidat materyalinin bir dilimini izole etmeyi ve bir başka organizmanın ırsi
istidatına aktarmayı olanaklı kılan bir yöntemdir. Endüstri
devletlerindeki Gen-Araştırması, doğada şu ana kadar bulunmayan, azgelişmiş
ülkelerin tarımsal üretimini gereksiz hale getirebilecek ve Üçüncü Dünya'daki
insanları çıplak bir geçim için üretim düzeyine indirgeme tehlikesini barındıran
yeni bitkilerin geliştirilmesi için çalışmaktadır .
Araştırmacı içgüdüsünün sınırı yoktur,
çünkü büyük para gözleri kamaştırmaktadır. Kaliforniya'da tütün
bitkilerine ateş böceklerinin genleri verildi. Şimdi sigara ateşsiz de yanıyor.
Yulaf fazla suya ihtiyaç duymasın diye, kendisine Kanada'da bir fare geni şırınga
edildi. Başka yerlerde domuzlara bizim insancıl büyüme hormonlarımız
verildi, ki, daha yağlı olsunlar. Bitkiler daha fazla soğuğa dayanabilsin
diye doğadan gelen eski, soğuğu besleyen bakterileri yeni, soğuğu
engelleyen ve laboratuardan gelen bakterilerle değiştirmeye yönelik meyva
bitkilerinde denemeler sürüyor. Bunun için yağmur yağmama iznine sahip
oluyor. Birçok araştırmacı, kültür bitkilerini zararlı zehirlere karşı
dayanıklı hale getirmek için çalışıyorlar. Sadece ekin yaşasın diye,
ekinin dışında büyüyen her şeyi yok etmek üzere bu Herbizidler özellikle
Üçüncü Dünya'da monokültürlerde daha acımasızca kullanılabilirler. Her
zehire bir bitki planlanıyor. Kısa süre önce kimya tekelleri CIBA-GEIGY ve
SANDOZ, kendi fırmaları tarafından üretilen bir bitki yok etme ilacı olan
ve kansere yol açtığı (sayfa 26) iddia edilen
Atrazin'e karşı dayanıklı, genteknik metoduyla manüpüle edilen bitkileri
denediler. Bu Herbizid sadece yabani otları değil, yetişen her şeyi öldürüyor.
Sadece mısırın buna karşı doğal bir koruması var, ama mısırla değiş-tokuş
halinde ekilen soyanın böyle bir koruması yok. Şimdi de CIBA-GEIGY,
Atrazin'e dayanıklı soya bitkisini gen laboratuarında yetiştirdi.
Düşük kalite gibi rekabet gücünü düşüren
özellikler, biyoteknik aracılığıyla ortadan kaldırılabiliyor. Münih'teki
Gen Merkezi'nde araştırmacılar yabani domuzların genlerini evcil domuzlara
aktararak hayvanların daha dayanıklı ve etlerinin daha lezzetli olması için
çaba sarfediyorlar. Eğer tropik bitkilerin sıcağa ve neme olan aşkları
yokedilebilirse, evet bu becerilirse, yakında Avrupa'da palmiye ağaçlarının
geniş bahçelerinden geçilmez. Böylelikle endüstri devletlerinin Üçüncü
Dünya ülkelerinden tarım ürünleri ithalatına duydukları ihtiyaç oldukça
düşer - İsveç'ten Ananas, İrlanda'dan muzlar!
Yüksek derecede verimli genlerin yerleştirilmesiyle
şu ana kadar elde edilen hasılat birkaç kez katlanabilir. Unilever firması
hurma yağı hasılatının 12 kez artırılmasım hedefliyor. Üretimin yükseltilmesi
doğrultusunda ilk adım olarak hurmaların döl merkezlerine fideler "gizleniyor."
Sadece tarım ekonomisi değil, hayvancılık da
dünya pazarında ancak biyoteknik kullanımı sonucu kazançlı ve rekabet
edebilir hale geliyor. Buna suni dölleme gibi yeniden üretim teknolojileri,
embriyon transferi, buzda muhafaza tüp döllemesi (in vitrio), cinsiyetin önceden
belirlenmesi, tek yumurtalı klonların yetiştirilmesi ve birçok metodu da
eklemek gerekir. Geleneksel hayvancılık ve çiftçilik artık geçmişe karışacaktır,
gıda maddeleri üretiminde artık sadece dünya çapında high-tech firmaları
yaşama şansına sahiptir. Teknolojik rekabet mücadelesine dayanamayanlara -orta
derecede kooperatifler ve Üçüncü Dünya'da aile işletmeleri- geriye sadece
yaşayabilmek için üretim yapmak kalmaktadır .Endüstri ülkelerinin hayvancılıkta
genteknik metodlarını kullanmalarının daha bugünden ön şartları hazırdır,
çünkü suni dölleme zaten yıllardır rutin bir işlemdir ve embriyon
transferi de artık kendisini kanıtlamıştır. Sütana hayvanların taşıması
için hazırlanmış, dondurulmuş inek embriyonları daha şimdiden uluslararası
düzeyde yüksek fiyatlara satılmaktadır.
Sözkonusu olan çok paradır, üretimin yükseltilmesidir
, gıda maddelerinin (sayfa 27) çoğaltılmasıdır,
zararlı unsurlara karşı dirençlilik kazanılmasıdır, aşırı toprak ve
hava şartlarıdır ve nitrojenin artık eskisi gibi topraktan değil havadan
kullanılmasıdır.
Yoksul ve zenginler ve Kuzey ve Güney arasındaki
uçurum daha da büyümektedir. Uluslararası gen rekabetinde söz sahibi
olabilmek için sadece çokuluslu tekeller gerekli araştırma masraflarını
karşılayabilir ve hükümetlerinden sübvansiyon alabilirler. UNESCO'ya göre,
tüm dünyada bilim ve teknoloji için yapılan harcamalarda azgelişmiş ülkelerin
ödediği bölüm %3'dür. ABD'de biyoteknik dalında 23.000, Sovyetler Birliği'nde
12.000 ve Japonya'da 8.000 uzman varken, geri kalan tüm Asya'da sadece 3.400,
Latin Amerika'da 1.900 ve Afrika'da 400 uzman bulunmaktadır. Genetik başlangıç
materyali, sadece seçilmiş bir çevrenin girebildiği, gen bankaları diye
adlandırılan yerlerde depolanmaktadır. Hatta ABD bu arada Arnavutluk,
Nikaragua, Libya ve Sovyetlere karşı ambargo koyduğunu açıklamıştır ki,
böylece bu ülkelere çekirdek plazmasının satımı yasaktır. Daha bugünden
tohumluk tahıl pazarı çok az sayıda tekelin elinde toplanmaktadır. Berlin
"Genetik Bilgi Servisi"nin bir istatistiğine göre "Shell"
70 adet tohumluk tahıl firmasına, "Volvo" 47, "Pioneer Hybrid"
39, "Sandoz" 36 vs. Tahıl firmasına sahiptir. Birleşmiş Milletler
tarafından Norveç Başbakanı Gro Harlem Brundtland başkanlığında oluşturulan
"World Commission on Environment and Development" (Çevre ve Kalkınma
Dünya Komisyonu), düşük araştırma kapasitelerinin bir sonucu olarak az
gelişmiş ülkeler tarımının, tamamen özel yabancı gen bankaları ve tohum
tahıl firmalarına bağımlı hale geleceğinden çekiniyor. "En iyi"
tohumluk tahılın ve gerekli çok albüminli yiyeçeğin fiyatlarındaki yükselmeler,
tarım ekonmisinin ithal giderlerinin bugünkü %15'den %40'a çıkmasına yol açabilir.
* * *
Açmazdan çıkışı, sözde de olsa, kimse önermiyor,
sefaleti bertarafetmeye yönelik yeni teorik ve ideolojik tasarılar görünmüyor.
Latin Amerika'nın ulusal burjuvazileri de derin bir meşruiyet krizi yaşıyorlar.
Halklarına geri kalmışlığın aşılmasının sözünü verdikleri "İlerleme
İçin Birlik" dönemleri çoktan geçti. "Kalkınmaktan" artık
kimse bahsetmiyor, eller boş olunca, iyimser gelecek tablolarını kimse öne sürmüyor.
Bir ideolojik (sayfa 28) boşluk var .Dünyanın diğer
parçalarında denenen imparatorluğun savaş çığlığını "demokrasi"
ve -"insan hakları"-, yaşamla doldurmakta Latin Amerika'nın egemen
sınıfının ekonomik açıdan da pek fazla çıkarı yok. Yıllarca insan
haklarını ayaklan altında ezen askerlere çıkarlarını kabul ettirebilmek
ve koruyabilmek için ihtiyaçları var ve üretici güçlerin gelişmesi için
gerekli burjuva özgürlüklerden feragat edebilirler. Bu ülkelerde,
demokrasinin kendilerine 25 yıl önce ne kadar fazla yaramışsa bugün de o
kadar yaradığı bağımlı bir kapitalizm ya da bir oligarşi hakim.
"Yeni Latin Amerika sağı" diye
pazarlanan şey, eski üçte-iki-toplum tasarısını yeniden cilalamaktan başka
bir şey yapmıyor. Buna göre toplumun üçte biri belli bir düzeyde (bazılan
çok parlak) yaşarken, geri kalan üçte ikisi yoksulluk yada "aşırı
yoksulluk" içinde yaşamaya mahkum. Kimin hangi üçte bire ait olacağı,
kimin ünlü tabak yıkayıcısından bankacıya doğru sosyal yükselişe geçeceği,
bu tasarıya göre politik şartlara değil kişisel çabalara bağlıdır. Geçerli
olan devletin eğitim programları ve durumu kötü olan ailelerin çocukları için
burs değil, dirseklerdir. Okullar -Bolivya ve Şili'de şimdiden uygulanmaya
konulan tasarılara göre- artık devlete değil, il ve ilçelere bağlı
olacaklar. İl ve ilçeler yoksulsa kötü öğretim malzemesi ve öğretmenler
için düşük ücretler olacak. Eğitim bir sınıfın ayrıcalığına dönüşmekte,
kim zenginse, o, uluslararası düzeye uygun ve zengin ailelerin çocuklarının
açların çocuklarının dayanılmaz varlığını çekmeden ideolojik olarak
yetiştirilebilecekleri okullarda konumlarına göre eğitime tabi tutulabilecek.
Geçmişte popüler talepleri bayraklarına yazan
ve kısmen de gerçekleştiren geleneksel halk partileri miti tamamen dağılmıştır.
Artık bunların hareket alanları yok. Ömekler:
Köylü ve maden işçileri ile ittifak içerisinde
"Devrimci Milliyetçi Hareket" (MNR), Bolivya'da 1952 toplumsal
devriminin taşıyıcısıydı. Kalay baronlarının iktidarına son verilmiş,
madenler ulusallaştırılmış ve geniş çaplı bir toprak reformu uygulanmıştı.
Zamanın devrim önderi MNR politikacısı Victor Paz Estonssoro, 1985'de
yeniden başbakanlığa seçildi ve IMF tarafından dayatılan bir neo-liberal
tasarruf programı uygulayarak, 25.000 maden işçisini işten çıkardı ve
madenleri yeniden yarı yarıya özelleştirdi.
Uruguay'lı Colorado politikacısı Jose Battle y
Ordonez bu yüzyılın (sayfa 29) başında, anti-klerikal,
aydın ve neredeyse sosyal demokrat politikası aracılığıyla ünlü bir önder
oldu. Bugün Colorado partisi halen kendisinin izinde olduğunu iddia ediyor,
ama artık yoksulların durumunu göz önünde tutan onun düşüncelerini
duymak istemiyor. Bugün hükümette olan Coloradolar dış borçlarını dini
bir inaçla ödüyorlar ve yoksulIar kendilerini nasıl kurtaracaklarını
kendileri düşünsünler.
Şili'li hıristiyan demokratlar altmışlı yılların
başına kadar "kapitalizm aşılmalı" sloganlarıyla hareket etmişlerdi.
Aıria bugün eski hıristiyan halk partisi, İmparatorluğa, çıkarlarını
askerlerden daha iyi koruyabileceğini söyleyerek, yaranmaya çabalıyor.
"Sosyal adalet" ve "reformlar" gibi kelimeleri kelime
hazinesinden çoktan kovdu ve hatta diktatörlüğün ekonomik modelini oldukça
beğendiğini açıklıyor. Allende sırasında bakır, onların da oylarıyla
ulusallaştırılmışken, artık kamulaştırmalardan hiç söz etmiyor. İIerleme
İçin Birlik'in en parlak savunucularından Başkan Frei'in "kitlelerin
yararına olacak yapısal reformlar" sözlerine, bugün artık kendi hıristiyan
demokrat parti arkadaşları gülüyor ve imparatorluk onu bugün "düşman"
kategorisine sokardı.
Juan Domingo Peron altında Arjantin geniş bir
orta tabaka ve büyük bir iç pazar ile çiçek açan bir ülkeydi. Örnek alınacak
bir sosyal kanun çıkarmış, çalışma süresini kısıtlamış ve zorunlu
okul yıllarını uzatmıştı. Peron mitinden hemen hemen hiçbir şey kalmadı.
1983 seçimlerinde radikal Raul Alfonsin büyük bir çoğunlukla kazanmıştı.
Radikallerin popüler olmayan ekonomi politikalarını -dolar kurlarının
serbest bırakılması, ki bu açlık isyanlarına yol açmıştı- Peronistler,
doğru bulduklarını açıkladılar ve ordunun yağmacılara karşı hareketini
selamladılar. Mayıs 1989'daki başkanlık seçimlerinden sonra Peronist yeni
ekonomi bakanı olarak, Bunge ve Born çokuluslu tekelinin eski genel direktörü
ve büyük sermayenin adamı Miguel Roig'i ve Dışişleri bakanlığına da
askeri diktatörlük sırasında Merkez Bankası'nın şefi olan Domingo
Cavallo'yu atadı.
Sadece seçim sonuçlarına bakmak yanlış bir
intiba uyandırıyor. Eskinin halk partileri milyonlarca sempatizanlarını
kaybettiler. Yapılan istatistiklere göre Arjantin seçimlerinden birkaç hafta
önce soru yöneltilenlerin %45'i oylarını kime verecekleri konusunda kararsızlardı,
Bolivya'da da sonuçlar benzerdi. Parlamenter çoğunlukları artık, bir
zamanların oldukça politikleşmiş halklarının siyasi tutkuları değil, oy
verme zorunluluğu ve (sayfa 30) ehvenişer mantığı
yaratıyor. Kitleleri apolitikleştirmek ve dayanışma duygusundan yoksun bırakmak
imparatorluğun oldukça başarı vadeden yeni bir stratejisi; bu, uzun vadeli düşünüldüğü
için, bir sağa kayıştan daha tehIikeli.
Avrupa sağı ideolojik zayıflığını, siyasi
karşıtından ödünç aldıklarıyla kapatıyor. Sol köşeden birçok eleştirmen
sisteme entegre ediliyor, hem de sadece ağızlarını kapamalarını sağlamak
için değil. Yeni unsurlar ve çelişkili düşünceler dinamik kazandırıyor
ve devrevi krizlerine rağmen oldukça dayanıklı ve sağlam olduğunu kanıtlayan
ve 68 hareketinın söylediğinin aksine dünya çapında çökmeyen kapitalist
toplum düzenini "gençleştiriyor."
Sağ, kendi karşıtlarının ne düşündüğünü bilmek
istiyor, kendini eleştirenleri, erken uyarma sistemi olarak kendine bağlıyor
.Sol entellektüelIer, öğretim ve araştırma ya da medyalarda çalışmak üzere
kazançlı sözIeşmelerle avlanıyor. Eduardo Galeano Alman olsaydı, kendisini
basın tekellerinin çekici tekliflerinden kurtaramazdı ve "Latin
Amerika'nın Kesik Damarlarını" Volkswagen fonunun parasal yardımı ile
yazabilirdi. Ancak Galeano Uruguaylı ve kapitalizm Üçüncü Dünya'da
kendisini gençleşme kürüne tabi tutmuyor .Geleneksel partilerin, yurtdışından
maddi yardımlarla parti ve devlet aygıtları için kadro yetiştirme çabaları
daha çok yarı gönüllü. Politikacıların ve seçkinlerin umumi efkarda görünüşlerini
artırmak için ABD seçim kampanyalan stilindeki ve mal reklamına benzeyen
kampanyalar yürüten public-relation enstitüleri daha fazla gelecek
vaadediyor.
* * *
* * *
Bu şaka değil, gerçek: Referandum'dan hemen önce, rejim yanlısı günlük
gazete "Mercurio" birkaç sayfa üzerinden, sayı ve isim içeren
detaylı bir istatistiği şu başlıkla yayınladı: "Muhalefet yurtdışından
nasıl finanse ediliyor." İki küçük yanlışın dışında, verilen
bilgiler gerçeklere uyuyordu.
Altmışlı yılların sonuna doğru, hemen hemen
hepsi solcu olan aydınlara karşı genel saldırı, gazetelerin kapatılmasıyla
başladı, sol gazeteciler işlerini kaybettiler, yüksek öğretim üyeleri üniversitelerden
kovuldular. çoğu cezaevlerine atıldı ya da öldürüldü. Diktatörlük sırasında
"enstitüIer", bir teorik boşlukta baş gösterdiler, vakıflar,
desteği hak etmenin şartlarını geniş tuttular. Entellektüellere belli bir
hareket serbestisi tanıyorlardı, parola şuydu: Kafayı kuma gömmeli, dikkat
çekmemeli, ayakta kalarak yaşamalı. Bir kez vakıfların çanağına bağlanınca,
generaller elveda deyip demokrasiler başlayınca da ayrılmadılar. Bunlar için
çalışma piyasası değişmedi, çünkü siviller de üniversitelere para yatırmıyordu.
Kim sürgünden geliyorsa, o genellikle yabancı fınansman kaynakları ile
birlikte "projesini" de beraberinde getiriyor.
Bu "projelerin" ilk dalgası, temasal
olarak öncelikle insan haklarına ve yeni ekonomik modelin araştırılmasına
yönelikti; ikinci dalga yeni topIumsal hareketleri araştırdı ve üçüncüsü
de demokratikleşme süreci ve dış borçlar problematiği üzerine yoğunlaştı.
Bütün araştırmalar, sosyolog Petras'a göre, ortak bir şemaya dayanıyor:
"Diktatörlük üzerine araştırmalar diktatörlüğün baskıcı
karakterini anlatıyor, ama onun Batı Avrupa ve ABD'deki seçkinlerle olan
ekonomik ve askeri bağlantılarını anlatmıyorIar; devletin zoru, insan
hakları ihlalleri ile sınırlandırılıyor ve bir sınıfın egemenliğinin,
sınıflar mücadelesinin, bir sınıfın zorunun ifadesi olarak kavranmıyor."
"Sosyal hareketlere" ilişkin araştırmalar da aynı şemayı izliyor,
bunların bileşimi, sözde "dünün ideolojileri" ile hiç bağlantısı
olmayan, toplumun tüm katmanlarını kapsayan "heterojen" olarak
anlatılıyor. Demokratikleşme üzerine yapılan araştırmalar, merkezine
"mümkünlüğü (sayfa 35) ve yapılabilirliği"
koyup geçişi, sivillerle askerler arasında bir transaksiyona indirgiyorlar.
* * *
Solun ideolojik krizi dünya çapında bir karakter taşıyor ve Sovyetler
Birliği'ndeki değişikliklerle de bağlantılıdır. Latin Amerika'da
perestroika ve glasnost ile sağ politika yapıyor, motif şu: En sonunda en yüksek
komutanınız akıllandı ve piyasa ekonomisine altematif olmadığını
kabullendi. Gerici gazeteler büyük manşetlerle ve satır aralarında sevinç
duyarak, Moskova'daki ilk; "güzellik yarışmasından", ilk McDonald
ve Mister Pizza dükkanlarından, ilk Fransız moda yaratıcılarından ve Alman
"Burda" yayınevinin faaliyetlerinden haber veriyorlar.
Latin Amerika Solu'nun Moskova'dan esen yeni rüzgara
yanıdarı yok. Atlantik okyanusunun diğer yakasında neler olduğuna ilişkin
Komünist Partiler'in dahi pek bilgisi de yok zaten. Bilgi eksik. Azgelişmiş
ülkelere ulaşma yolunu bulabilen çok az bilgi de oldukça çelişkili: Herkes
SBKP'nin Stalinizm'i yok etmesine ve hedeflenen halkın daha geniş katılımına
sevinçle bakıyor. Bir büyük güç silalısızlanmayı ve barışı ciddiye
aldığını gösteriyor ve askeri harcamaları tamamen kısacağını açıklıyorsa,
buna nasıl karşı çıkılabilir ki? Diğer taraftan "yeni düşünüş"
ve iki bloğun birbirine yaklaşması, Üçüncü Dünya ve ulusal kurtuluş
hareketleri açısından düşünülemeyecek -ve sadece olumlu olmayan- sonuçlara
yol açabilir. Açık değil ama, özel konuşmalarda birçok insan kendi
kendine, 1917'deki Rus Devrimi'nden sonra dünya tarihini belirleyen çelişkinin
-doğu ile batı arasındaki çelişki- yeni bir çelişkiye dönüşüp dönüşmeyeceğini
soruyor: Kuzey ile güney arasındaki çelişkiye. Ve eğer kuzey birleşir ve güneydeki
halklara karşı savaşı ortak yürütürse, Güney yarımküresini hangi kader
bekliyor?
Sovyetler Birliği şu ana kadar henüz "yeni
düşünüşün" Üçüncü Dünya açısından hangi sonuçları yaratacağına
ilişkin bir açıklama yapmadı. Yeni parti programlarında azgelişmiş ülkelere
çok az yer veriliyor ve buradan hareketle, bu ülkelerin Sovyetler Birliği dış
politikası açısından önemlerini giderek yitirecekleri sonucuna ulaşılabilir.
Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi'nin dünya
ekonomisi ve uluslararası ilişkiler enstitüsünden yüksek dereceden bilim
adamları, azgelişmiş (sayfa 36) ülkelerin rolü ile
ilgili bir tartışmada, politikacılardan daha net açıklamalarda bulundular.
Bilimler Akademisi, partinin kadro okulu sayılmakta ve dış politikanın
gelecekteki ilkelerini de ortak belirlemektedir. "Azgelişmiş ülkelerin
ekonomik ve diğer açmazlarının, öncelikle olumsuz dış şartlar, sömürge
mirası, yeni-sömürgeci sömürü, çok-uluslu tekellerin müdahalesi vb. gibi
prizmalardan kaynaklandığı şeklindeki köklü gelenek bir ideolojik önyargı
olarak görülmelidir .Azgelişmiş ülkeler, bozuk bir ekonomi politikasından,
daha çok kendileri sorumludur." Bu "kendileri sorumludur" birazcık,
ilişkilerin belli bir süredir soğuk olduğu Kübalılara yöneltilen bir iğneydi.
Altmışlı yıllarda izlenen sanayileşme ve
ithal ikameci politikanın -"İlerleme İçin Birliğin" temel düşüncesi
buydu- azgelişmiş ülkelerde iflas ettiğini söylüyor Sovyet bilimadamları:
"Sömürgecilik sonrası dönemde iç pazara yönelik üretim yapan bir
sanayinin kurulmasına ağırlık verildi. Bu yüksek himayeci engellerle
korundu ve devlet bütçesinden geniş bir şekilde subvansiyonlarla desteklendi,
bu ise, ekonominin diğer sektörlerini olumsuz şekilde etkiledi. Bu öz olarak,
iç pazarda tekel konumunu iddia eden sanayi modemizasyonu ve teknolojik
yenilenmeyi hedeflemiyor. Başka rekabetin olmadığı yerde, insan kendisini
neden mükemmelleştirsin ki?"
Bu argümantasyonla bilimadamları, üçüncü dünyanın
rolünü endüstriyel gelişme "saçmalıklarında" değil
hammaddelerin ihracata yönelik üretiminde gören imparatorluğun bilim
uzmanlarının ruhuyla birleşiyorlar.
Azgelişmiş ülkelerdeki tüm ilerici ve sol güçler,
iç pazarı genişletilmesi ve böylelikle kendi ekonomilerinin güçlendirilmesinin
propandasını yapıyorlar. Ancak bunun şu ana kadar başarı göstermediğini
söyleyerek Akademi'nin bilimadamları bilanço çıkarıyor ve buradan
hareketle şu sonuca varıyorlar: "Sanayi üretiminin genişletilmiş otarşisine
ağırlıkla yönelme yoluyla, ne pahasına olursa olsun ve uluslararası
teknolojik standartları dikkate almaksızın ekonomik açıdan kendi ayakları
üzerinde durma denemeleri, genç ulusal devletlerde beklenen sonuçları hiçbir
şekilde vermedi."
Muhtemelen istemeden ve daha çok başka ülkelere
bu bilimadamları, Şili'de faşist diktatörlüğün yürürlüğe koyduğu bir
ekonomik (sayfa 37) modelin propagandasını yapıyorlar.
Örneğin Unidad Popular'ın, ABD bakır firmalarını devletleştirmesi gibi
girişimler buna göre, bir ülkenin bağımlılıktan kurtarılması için pek
doğru bir yol gözükmüyor: "Üçüncü Dünya'daki her büyük ulusallaştırmayı
kutladık: Toplumsallaştırmanın en yüksek biçimi olarak devlet mülkiyeti,
en iyi durumda belli bir süre daha tahammül edilecek bir düşman olarak
yabancı sermaye, en yüksek ve öncelikli değer olarak ekonomik bağımsızlık.
Gerçekte her şey daha karmaşıktı. Biz kendi pratiğimizde de, basitleştiren
bu tutumdan giderek uzaklaşıyoruz."
Güçlü bir devlet her şeyin ilacı değilmiş,
pazar mekanizmalarına serbest hareket olanağı tanınmalıymış: "Devlet
sektörüne bürokratik yönetim metodları çok çabuk sızıyor ve verimlilik
unsuru asgariye indirgeniyor. Tekel konumu, devlet şirketlerinin işlemesi ve
bunların ürettiği metaların kalitesini fena şekilde etkiliyor. Siyasal
olarak etkin tek bir sosyal grubu kendine bağlayabilmek için hükümet, çoğu
kez malların ve hizmetlerin fiyatını düşürüyor. Bu sık sık devlet işletmelerinin
kazançlı olmayışını, ya da zarara çalışmasını beraberinde getiriyor.
Bütçeye ve dolayısıyla Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunun ekonomisine
zarar veren bu yüke ek olarak, gereğinden fazla şişirilmiş ve fazla yetkin
olmayan ve çoğu kez yolsuzlukların kemirdiği bir devlet aygıtının finanse
edilmek zorunda kalınışını da saymak gerekiyor
Ve azgelişmiş ülkelerdeki sömürünün ve açlığın sorumlusu kimdir
sorusuna da Sovyet bilimadamları yeni bir cevap veriyorlar: "Üçüncü Dünya'daki
mevcut ekonomik ve toplumsal krizin aşılması büyük ölçüde kendilerine bağlıdır."
Krizin aşılması için sunulan önerilerin IMF'nin meşhur "Yapısal uyum
programlarından" pek farkı yok. B unları da şöyle sayıyorlar: "Sanayi
yapılarının rasyonalizasyonu, kaynakların tarım ekonomisi ve ihracata yönelik
sektör lehine yeniden dağıtımı, devlet bütçesinin iyileştirilmesi."
Başarılı bir yapısal uyum politikası için Güney Kore'yi, Tayvan, Hongkong,
Singapur ve Brezilya'yı örnek olarak gösteriyorlar .Sovyet dış ticareti de
gözlerini bunlara çevirmişti.
Doğu'nun daha sıkı bir şekilde batıya yaklaşması
olgusu, 1988 eylülünde Batı Berlin'de yapılan IMF ve Dünya Bankası'nın yıllık
toplantısında daha bir açık hale geldi. Şehrin batı yakasında geniş bir
anti- emperyalist ittifak toplantıya karşı protesto gösterileri düzenlediği
için (sayfa 38) Amerikan, Japon ve İngiliz bankacıları,
gündüzleri batıda tartışmayı ama güvenlik nedeniyle doğuda sosyetik
otellerde kalmayı tercih ettiler
Demokratik Alman Cumhuriyeti'nin başşehri bankacılara her açıdan rahatlık
garantisi vermiş ve sözünü tutmuştu. Şans eseri ki yeni golf sahası daha
yeni tamamlanmıştı ve Friedrich Strasse'deki lüks Grand Hotel'i temiz bir
atmosfer sunuyordu. Geceleme ücreti 3.600 marktı, tabii ki batı markı olarak.
"Finans köpek balıklarının " Doğu Berlin döviz otellerinde
gecelemesi, "yarım milyon dolara satın alınmıştır" -kilise çevreleri
şapirograflı bildirilerinde böyle eleştiriyorlardı. Pankartlarıyla "halkların
sefaletinin örgütleyicileri IMF ve Dünya Bankası'na" karşı protesto
ediyorlardı. Yürüyüşleri, çeşitli kiliseler arasında yapmak istedikleri
"hacı yürüyüşü" ve Doğu Berlin'deki ABD Konsolosluğu önünde
gerçekleştirmek istedikleri üç günlük uyarı nöbeti yasaklanmıştı. 50
Doğu Alman vatandaşı, Bergama Müzesi önünde bankacıları ıslıkladıkları
ve bozuk paralarla taşladıkları için tutuklanmıştı.
IMF toplantısına karşı eylem haftası içerisinde
"adaletli bir dünya ekonomik düzeni" konulu seminerde, kurtuluş
hareketlerinin temsilcileri ve Doğu Bloku uzmanları, IMF ve Dünya Bankası'nın
demokratikleştirilip demokratikleştirilemeyeceği sorununu tartıştılar.
Kurtuluş hareketlerinin temsilcileri bu kurumların yıkılmasını savunurken,
Humboldt Üniversitesi'nin bir temsilcisi, tartışmanın "tek yönlülüğünü"
eleştirip, kendisinin "makina kırıcılığına" karşı olduğunu söylüyordu.
İki kurum da, içinde bulunulan anda aşılamayacak bir dünya ekonomik düzeninin
"objektif gereklerini" yerine getiriyormuş. Doğu Alman uzmanlar,
azgelişmiş ülkelerin sosyalist yola yönelimlerinin pek fazla şansı olmadığını
söylüyorlardı. Bunun yerine Joint Venture ve daha sıkı bir ilıracat
yönelimi öneriliyordu. Sovyetler Birliği'nden bir temsilcinin tebliğine göre,
bugün dünyada "karar mekanizmalarının demokratikleştirilmesi" ve
"bir dünya parasının" yaratılması gündemdeymiş. Batı
Berlin'deki karşı kongrede ise (IMF ve Dünya Bankası'na karşı anti-emperyalist
hareketin düzenlediği Russell Mahkemesi benzeri bir kongre - ç.n.) bir Sovyet
bilimadamı, SSCB'nin de yakında IMFye gireceğinin haberini veriyordu. Bunun için
gerekli dilekçe verilmişti.
Sovyetler Birliği aşırı bir randımanla dünya
pazarına girişinin önündeki son engelleri kaldırmakla meşgul. 1989 Nisanında
20 Sovyet tekeli (sayfa 39) ve bakanlığı, beş ABD
tekeli ile Moskova'da, 15-20 yıllık bir süre içerisinde 5 ila 10 milyar
dolar yatırımı öngören bir anlaşma imzaladılar. Amerikan çok uluslu
tekelleri, buna göre, öncelikle gıda maddeleri, kimya ve enerji sektörlerinde
faaliyet gösıereceklerdi. Bu anlaşmaya katılan Amerikan firması Chevron ödeme
olarak Sovyet petrolü ve gazını da kabul ediyor, daha sonra bunları tabi
yurtdışındaki döviz kuruyla satıyor. SSCB Bakanlar Kurulu, bu işlerde
Ruble'nin serbest mübadelesini öngören bir izin de çıkardı. Bu ekonomik
anlaşmaya paralel bir şekilde SSCB hükümeti, 13 ABD üniversitesi ile öğrenci
değiş-tokuşu üzerine de anlaştı.
Sadece ekonomik göstergeler çatışmanın
biteceğini göstermiyor: İngiltere'den sonra 1988 Aralık ayında Bonn da,
polis işbirliğine yönelik SSCB ile bir anlaşma imzaladı. Sovyet İçişleri
Bakanı, hıristiyan demokrat dostunu terörizme ve uyuşturucuya karşı mücadeledeki
başarılarından dolayı kutlamıştı. İkisi, Sovyet polislerinin Federal
Kriminal Dairesi'nde teknolojinin incelikleri konusunda eğitim görmeleri doğrultusunda
anlaşmışlardı. Karşılığında Alman iztakipçileri, SSCB'de uzmanlık
bilgileriyle yardımcı olacaklardı.
Moskova'nın kurtuluş hareketlerine karşı
tutumu değişti. Ve dünya devrimci solu, emperyalizmden kurtulan bir ülkenin,
eskiden Küba'nın aldığı yardımı artık alamayacağını kafasına yazmalıydı.
Havana, yirmi yıl boyunca SSCB'nin tüm dış yardımlarının hemen hemen yarısını
-toplam sekiz milyar dolar- almıştı. Kredilerden daha önemli bir gerçek
ise, Moskova'nın Küba şekerini dünya piyasalarındaki fiyatlardan daha yükseğine
almış ve karşılığında Havana'nın satarak sert döviz elde ettiği ucuz
petrol vermiş olmasıydı.
Nikaragua özelinde dayanışma başından
itibaren sınırlı olmuştu. Ve 1987 Haziran'ında Sovyet yönetimi, Managua'nın
petrol giderlerinin şimdiye kadar olduğu gibi %l00'ünü değil, artık %40'ını
karşılayacağını açıklamıştı. Aynı sırada Contra'ların ana üssü
olan Honduras ile bir ticaret antlaşması imzalamıştı. Küba da kemerleri sıkmak
zorunda kalacak. Küba şekeri için yüksek fiyat ödeme uygulaması yakında
son bulacak. SSCB, kapitalist kazançlılık kriterleri uygulamak ve dünya
piyasasında rekabet etmek istiyorsa, endüstri devletleriyle aynı şartlara
sahip olmalıdır, yani kuzey ile güney arasındaki ticaretin adaletsiz yapılarından
o da kazanmalıdır. (sayfa 40) Planladığı yapısal değişiklikler
para istiyor, diğer sosyalist devletlere verdiği kredileri erteleyemez ya da
bunlardan vazgeçemez.
Özellikle Küba, yoldaşlara bayağı borçlu.
SSCB dışişleri bakanının açıklaması herhalde onun adresine gitmiş olmalı.
Fazla diplomatik incelik göstermeksizin Eduard Şewardnadze 5 Ekim 1987'de
Montevideo'da bir ziyaret vesilesiyle şöyle demişti: "Dış borçların
faizlerinin ödenmesi bir ulusal onur sorunudur." Tüm muhalefet Şevardnadze'nin
istenmeyen nasihatına kızmıştı: "Ulusal onurumuzu biz kendimiz
koruruz" diyordu Milli Parti'nin senatörü Julio Pereyra ve KP öyle
kastedilmedi diye yatıştırmaya çalışmıştı.
Daha önce alıntı yaptığımız Sovyet
Akademisi bilimadamları, dış borçlar sorununu, hammadde fiyatlarının düşüşünü
ve sanayi ülkelerinin faiz politikasını görüyorlar. Ama azgelişmiş ülkelerin
-özellikle Latin Amerika ve Afrika ülkeleri-, problemi kendilerinin yarattığını
ve verilen kredileri boşuna harcadıklarını söylüyorlar. Filipinler'in dışında
tüm Asya ülkelerinin "aldıkları kredileri yatırımlar için kullandıklarını,
borçlarını antlaşmalar gereği ödediklerini ve oldukça özgüvenli bir şekilde
geliştiklerini" iddia ediyorlar.
Daha yetmişli yılların ortasına kadar SSCB
propagandası, emperyalizmi suçluyor ve onu açlık ve azgelişmişlikle eşit
görüyordu. Bugün özellikle Pasifık ekonomik alanındaki bazı ülkelerin göstermeye
değer bir makro ekonomileri var, ticaret bilançoları pozitif, ihracatları yoğun,
denetim altında bir enflasyon ve borçlarını ödüyorlar. Yüksek kalkınma
oranlarıyla, sosyalist yönelimli azgelişmiş ülkeleri gerilerinde bırakıyorlar.
Şili solu kendi kendisine soruyor: Sovyet yönetimi, Pinochet'in "ekonomik
mucize" modelinin, Üçüncü Dünya için örnek olması gerektiğinden mi
hareket ediyor? Çünkü gerçekten Andlar devletinin ulusal ekonomisi, Vietnamınkinden
daha başarılı.
Eskiden SBKP, ulusal kurtuluş hareketlerine büyük
bir önem yüklemişti. Ama dünya devrimi giderek daha uzağa kaydı ve ulusal
kurtuluş hareketleri "dayanışma" kavramı altında mali, politik ve
diplomatik destek talep eden ve uzun vadede de SSCB için hiçbir kazanç
getirmeyen bir yük haline geldiler. Sovyet dış politikasının merkezinde bugün
barış süreci duruyor ve kazanılmak istenen ortaklar, KP şefleri değil bağlantısızlar
ve Latin Amerika'nın sağ demokrasileri. (sayfa 41)
"Barış içinde bir arada yaşamak"
kavramı yeniden tanımlandı ve SBKP'nin yeni programında artık "sınıflar
mücadelesinin özgül bir biçimi" diye adlandırılmadı. Sınıflar mücadelesi
yerine, bugünün sorunu "insanlığın genel global sorunları",
"ökolojik ve atom silahları tehlikesi", "çatışma yerine tüm
güçlerin işbirliği" deniliyor. Sovyetler Birliği -dış politika açısından
ne "kuzu ne de kurt" olan SSCB (Klaus Fritsche'nin bir kitabının başlığı
böyle)- kurt olduğunu kabul mü etti, kuzeyin güneye karşı yürüttüğü
savaşta safını güçlüler yanında mı belirledi? Ve bir ülke ve bir
kurtuluş hareketi, gelecekte ülkelerini emperyalizmden kurtarırlarsa Sovyet
çıkarlarına ters mi hareket etmiş olacaklar? Gorbaçov'un "İkinci Rus
Devrimi" adlı kitabındaki cümleleri her türlü yoruma izin veriyor:
"Birçok vesileyle batı çıkarlarına karşı hedefler izlemediğimizi açıkladım.
Ortadoğu, Asya, Latin Amerika, Üçüncü Dünya'nın diğer bölgeleri ve Güney
Afrika'nın da Amerikan ve Batı Avrupa ekonomisi için ne kadar önemli olduğunu,
özellikle hammadde yönünden, biliyoruz. Bu bağlantıyı yok etmek bizim
istediğimiz en son şeydir. Bizim tarihsel olarak şekillenmiş ve karşılıklı
ekonomik çıkarları bozmaya niyetimiz yok. Anti-amerikan duyguları kullanmak
istemiyoruz, hele körüklemeyi hiç. Biz gerçekçiyiz, deli maceracı değil."
(sayfa 42)