Would you like to make this site your homepage? It's fast and easy...
Yes, Please make this my home page!
Sözlerime başlarken tüm Kübalı
izleyicilerimi selamlamayı görev bilirim. Ayrıca, doğrudan doğruya işçi
ve köylülerimize ulaşan bu tür bir halk eğitimi programının önemini de
yoldaşlarımıza hatırlatmak isterim. Amacımız, devrimci gerçeği, özellikle
bu gerçeği çarpıtmak için uydurulmuş bir dilin bütün yapaylığından arındırarak
dinleyicilerimize sunmaktır.
Bu konferans dizisini başlatmak bana onur
veriyor. Önce, yoldaşımız Raul Castro'nun bu görevi üstlenmesi düşünülmüştü,
ancak ekonomik konular ele alındığı için, Raul ilk konuşmayı benim yapmamı
istedi. Devrimin askerleri olarak, göreve çağrıldığımızda, bizden
istenen çalışmaları derhal yapıyoruz. Bu nedenle, sık sık, ideal bir eğitim
almadığımız konulara da el atmak zorunda kalıyoruz. Bu kez de böyle oldu:
Politik egemenlik ve ekonomik bağımsızlık konusunun taşıdığı büyük önemi
basit kelimelerle, herkesin anlayabileceği biçimde açıklamaya çalışacağım.
Bu iki terimin birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu da belirtmeliyim. Bu
iki büyük amaçtan biri diğerinden önce gelebilir -Küba'da bir zamanlar görüldüğü
gibi- ama zorunlu olarak bu iki kavram ayrılmazdır ve kısa bir süre içinde
birleşirler. Bazı hallerde bu birleşme olumlu biçimde gerçekleşir, politik
bağımsızlığını kazanan ve ardından hemen ekonomik bağımsızlığını
elde etmek için mücadeleye atılan Küba örneğindeki gibi. Bazen de, politik
bağımsızlığa erişmekle ya da bu amaca yönelmekle birlikte, ekonomik bağımsızlıklarını
güvence altına alamadıklarından politik bağımsızlıklarının da zayıflamasına,
sonunda tümüyle yitip gitmesine yolaçan ülkelerde olduğu gibi sonuç
olumsuzdur. Şimdiki devrimci görevimiz, yalnızca tehditlerle dolu bugünümüzü
değil, geleceğimizi de düşünmektir.
Günümüzün parolası planlamadır. Küba'da,
gelecek yıllarda ortaya çıkacak tüm sorunların çözümü bilinçli ve akılcı
biçimde programlanmalıdır. Yalnızca, hemen şimdi, ya da az bir süre sonra
uğrayacağımız bir saldırıya karşılık vermeyi veya karşı saldırıya
geçmeyi düşünmekle yetinemeyiz. Geleceği önceden görmemizi sağlayacak
tam bir plan hazırlamak için sürekli çaba harcamalıyız. Devrimin adamları
geleceklerine doğru bilinçli adımlarla ilerlemelidir, fakat, devrimin adamlarının
bunu yapması yetmez, tümüyle Küba halkının, tüm devrimci ilkeleri tam
anlamıyla anlaması ve bazılarının kuşkuyla baktığı bugünlerin ötesinde,
mutlu ve şanlı yarınların bizi beklediğini bilmesi gerekir. Gerçekte,
Amerika'da özgürlüğün temel taşını biz koyduk, böyle bir programın önemi
bundandır, bir mesajı olan herkes bunu bildirmelidir. Yeni birşey değil bu:
Başbakanımız kameraların önünde göründüğünde, ancak onun gibi büyük
bir eğitimcinin verebileceği şahane dersler veriyor. Eğitim programımızı
da planladık, ayrı ayrı özel konular biçiminde sunmak istiyoruz. Yalnızca
röportajlarda sorulacak sorulara cevap vermekle yetinmeyeceğiz. Şimdi, daha
önce de belirttiğim gibi, bugünkü konumuz olan politik egemenlik ve ekonomik
bağımsızlığa gelelim.
Sürekli birlikte olması gereken bu iki terimin,
bu iki kavramın gerçeğe dönüşmesi için devrimin şu sıralar harcadığı
çabalardan sözetmeden önce, bunları sizin için tanımlamamız ve açıklamamız
gerekir. Tanımlar hiçbir zaman doyurucu değildir, terimleri dondurur ve cansızlaştırırlar,
yine de bu ikiz terimler konusunda sizlere genel bir görüş kazandırmalıyız.
Bazıları egemenliğin ne olduğunu anlamıyor (ya da anlamak istemiyor, o da
aynı kapıya çıkar) ve ülkemiz benim de katılma onuruna eriştiğim,
Sovyetler Birliği'yle imzalanan ticaret anlaşması gibi bir anlaşma imzalayıp
onlardan kredi aldığında deliye dönüyorlar. Egemenlik mücadelesinin
Latin-Amerika tarihinde öncüleri vardır. Daha iki gün önce, Meksika'da
petrol şirketlerinin[2]
General Lazano Cardenas hükümeti zamanında kamulaştırılmasının yıldönümüydü.
Biz gençler, o sıralarda çocuktuk; yirmi yıldan fazla zaman geçti aradan.
Olayın, o günün koşullarında, Amerika'da yarattığı şoku tam anlamıyla
hatırlayamıyoruz. Ama, ne olursa olsun, suçlamalar şu anda Küba'ya ve daha
yakın bir geçmişte Guatemala'ya yöneltilenlerin, bir de kişi olarak benim
yaşadıklarımın aynıydı. Gelecekte, özgürlük yolunda, sağlam adımlarla
ilerlemeye karar verecek olan tüm uluslar aynı suçlamalara uğrayacaklardır.
Şu an, hiç abartmasız şunu öne sürebiliriz: Lider bir ülkenin önemini ve
dürüstlüğünü belirleyen, Amerika Birleşik Devletleri'nin büyük iş
adamları, büyük basın organları, köşe yazarları ve diğer sözcüleridir,
yalnız, söylediklerini tersine çevirmek koşuluyla. Bir lidere, ne denli saldırılıyorsa,
o denli iyi ve o denli doğru yolda demektir. Bugün biz, en çok saldırılan
ülke ve hükümet olma ayrıcalığına sahibiz. Yalnızca şu an için de değil,
tüm Latin-Amerika tarihi gözönüne getirilirse, ne Guatemala, ne de 1938 yada
1936'da General Cardenas kamulaştırmayı emrettiğinde Meksika bizim kadar
saldırıya uğramıştır. O zamanlarda, petrol Meksika'nın hayatında çok önemli
bir rol oynuyordu. Bizim içinse şeker aynı derecede önemlidir: Tek pazara
sunulan tek cins ürün olması sözkonusudur.
Gericiliğin sözcüleri "şeker olmazsa ülke
batar" diye avaz avaz bağırıyor. Bu pazar artık şekerimizi satın
almazsa ülkenin iflasına kesin gözüyle bakıyorlar. Sanki şekerimizi satın
alanların biricik isteği bize yardım etmekmiş gibi. Yüzyıllar boyunca,
politik iktidar önce köle sahiplerinin, daha sonra feodal derebeylerinin
elinde kaldı; bunlar, düşmanlarına, kendilerine başkaldıranlara ve
ezilenlere karşı savaşlarını kolaylaştırmak için gücü, içlerinden
birine, onları birleştiren birine, en kararlı, belki de en zalim olana
devrediyorlardı. Bu kişi kral, ülke yöneticisi oluyor, despot kesiliyor,
tarih dönemleri boyunca, baskısını yavaş yavaş arttırarak, iradesini
mutlak kılana dek, zorla kabul ettirmeyi sürdürüyordu.
Elbette, burada insanlığın tüm tarihini
anlatacak değiliz. Hem, kralların zamanı geçti artık. Avrupa'da birkaç örneği
kaldı yalnız. Fulgencio Batista hiçbir zaman kendisine I. Fulgencio dedirtmek
istememiştir. Birkaç güçlü komşusunun onu başkan olarak tanıması,
ordusundaki subayların ona saygı duyması yeterliydi. Böylelikle fiziksel
iktidarın, maddi gücün, ölüm aygıtının sahipleri onun buyruğu altına
giriyor, içlerinden en güçlüsü, en zalimi ve yabancı dostlarınca en iyi
korunanı olduğundan onu destekliyor ve karşısında boyun eğiyorlardı. Bugün
taçsız krallar var, tekeller bunlar, tüm ülkelerin, bazan da tüm kıtaların
gerçek efendileri. Afrika'nın, Asya'nın büyük bir kısmının ve ne yazık
ki Latin Amerika'mızın durumu böyle. Bir zamanlar, tüm dünyayı bile ele geçirmeyi
denediler. Bunun en çarpıcı örneği, büyük Alman tekellerinin temsilcisi
Hitler'in, ırk üstünlüğü savını dünyaya 40 milyon cana kıyan bir savaşın
zoruyla kabul ettirmeye kalkışmasıdır.
Tekellerin önemi çok büyüktür, öylesine büyüktür
ki, cumhuriyetlerimizden bir çoğundaki politik iktidarı ortadan kaldırabilir.
Birkaç yıl önce Papini'nin bir denemesini okumuştum. Öykünün kahramanı
Gog bir cumhuriyet satınalır ve bu ülkenin cumhurbaşkanlarına, meclislere,
ordulara sahip olduğunu sandığını, bu yüzden de kendini egemen saydığını,
oysaki aslında satılmış olduğunu söyler.[3]
Bu karikatür gerçeğe uyuyor. Bazı cumhuriyetler zorunlu olan tüm biçimsel
nitelikleri taşımakla birlikte, aslında gücü herşeye yeten, nefret edilen
avukat sahibi şimdi ölmüş olan United Fruit Company'nin. .??) iradesine bağımlıdırlar.
Daha başkaları Standard Oil ya da diğer petrol tekellerine bağlı, yahut da
kalay krallarının, kahve tüccarlarının kontrolü altındadır. Bunlar
Afrika ve Asya'nın sözünü etmeksizin kıtamızdan verdiğimiz bazı örneklerdir.
Başka bir deyişle, politik egemenlik yalnızca
biçimsel tanımlamalarla açıklanamayacak bir kavramdır. Derinlere inmeli, kökenleri
araştırmalıyız. Tüm dünyada ders kitapları, yasalar ve politikacılar,
ulusal politik egemenliğin, çağdaş egemen devlet kavramından ayrı düşünülemeyeceğini
öne sürerler. Bu böyle olmasaydı, bazı güçler sömürgelerini özgür
ortak devletler diye nitelendirmez, sömürgeciliği başka terimler altında
gizlemeye çabalamazlardı.[4]
Her ulusun egemenlikten az ya da çok yararlanacağını,
tümden yararlanacağını, ya da hiç yararlanmayacağını belirleyen rejim biçimine
bu uluslar kendileri karar verirler. Fakat, ulusal egemenlik herşeyden önce
bir ülkenin iç işlerine kimseyi karıştırmama hakkı, bir halkın kendisine
en uygun hükümet biçimini ve hayat tarzını seçme hakkıdır. Bu, ulusun
iradesine bağlıdır ve bir hükümetin kalmasına ya da gitmesine ancak bu
ulus karar verebilmelidir. Fakat tüm bu politik egemenlik, ulusal egemenlik
ilkesi, ekonomik bağımsızlıkla birlikte ele alınmazlarsa boş laflar
olmaktan ileri gidemezler.
Konuşmamızın başında politik egemenlikle
ekonomik bağımsızlığın birbirinden ayrılmaz olduğunu sôylemiştik. Bir
ülkenin kendi ekonomisi yoksa, yabancı sermaye buraya sokuluyorsa, o ülke bağımlı
olduğu gücün koruyuculuğundan kurtulamaz. Hele kendisine ekonomik açıdan
egemen olan ülkeyle çıkar çelişkisine düşerse iradesini hiç kabul
ettiremez. Bu düşünce, henüz Küba halkı için kesinlikle açıklığa kavuşmuş
değildir, daha ısrarla üstünde durmalıyız bu konunun. Ocak 1959'da temeli
atılan politik egemenlik, ancak tam ekonomik bağımsızlığa kavuştuğumuzda
güçlenecektir. Her gün ekonomik bağımsızlığımız için yeni önlemler
alırsak doğru yolda olduğumuzu söyleyebiliriz. Eğer hükümetin önlemleri
bu ilerlemeyi durdurur ya da bir adım geri çekilmemize neden olursa herşey
mahvolur, yine, kaçınılmaz olarak, her ülkenin ve her toplumsal yapının
niteliklerine göre az çok gizlenmiş sömürge sistemlerinden birinin parçası
olmaya doğru gerisin geriye yol almaya başlarız.
Bugün, bu kavramları anlamak çok önemlidir.
Salt kaba kuvvetle bir ülkenin politik egemenliğini boğmak çok güçleşti.
En yeni iki örnek, İngiliz ve Fransız sömürgecilerinin Mısır'da Port-Said'e
acımasızca ve alçakça saldırmaları, bir de ABD'nin Lübnan'a asker çıkartmasıdır.[5]
Fakat deniz erleri artık eskisi gibi hiçbir zarara uğramaksızın başka ülkelere
gönderilemiyor ve bazı büyük tekellerin çıkarları sarsıldı diye bir ülkeyi
işgal etmektense yalan ağları örmek çok daha kolaydır. Birleşmiş
Milletler'in varolduğu, halkların seslerini duyurmak, oylarını kullanmak
istediği günümüz koşullarında, egemenliğinden yararlanma hakkını
isteyen bir ülkeyi istila etmek çok zorlaşmıştır. İlgili ülkedeki ve tüm
dünyadaki kamuoyunu susturmak da kolay iş değildir. Ortam hazırlamak ve müdahaleyi
iğrenç görünümünden kurtarmak için çok büyük bir propaganda çabasına
girişmek gerekmektedir.
İşte bize yapılmaya çalışılan da
kesinlikle budur. Küba'yı bağımlı kılmak için herşeyin yapıldığını
ve bunu önleme görevinin de bize düştüğünü her fırsatta ısrarla
belirtmeliyiz. Bize ekonomik bakımdan istedikleri kadar saldırsınlar, biz de
bilincimizi öylesine sağlamlaştırmalıyız ki maddi yönden tekelciler bize
kendi ülkelerinin askerleri ya da başka ülkelerden kiraladıkları askerlerle
saldırdıklarında ödeyecekleri bedel, onları bu işe kalkışmaktan onları
caydıracak kadar yüksek olsun. Bu ülkedeki devrimi gerekirse kanlı biçimde
ezmeye hazırlanıyorlar, tek sebep de ülkemizi tam özgürlüğe kavuşturacak
ve ekonomik özgürlüğümüzü politik özgürlüğümüze ve bugün eriştiğimiz
politik olgunluğa yaraşır düzeye yükseltecek örnek önlemler alarak
ekonomik özgürlük yolunda ilerlememizdir.
Siyasi iktidarı ele geçirdik. Halkın sımsıkı
elinde tuttuğu bu iktidarla kurtuluş mücadelemizi başlattık. Halkın çıkar
ve özlemlerine cevap veren bir iktidar olmaksızın egemenlik hayal bile
edilemez. Halk iktidarı, yalnızca bakanlar kurulu, polis örgütü, mahkemeler
ve tüm hükümet organlarının halkın elinde bulunması anlamına gelmez,
ekonomik kuruluşlar da halkın eline geçmelidir. Devrimci iktidar ya da
politik egemenlik, ulusal egemenliğin tam anlamıyla gerçekleşmesi için
ekonominin fethedilmesini sağlayacak araçtır. Küba için konuşacak olursak,
bunun anlamı, Küba'da, her bakımdan yalnızca Kübalıların sözünün geçtiği,
yani politikadan tutun da toprağımızın zenginliklerinin ve endüstrimizin mülkiyetine
varana kadar her konuda ancak ve ancak Kübalıların sözsahibi olmasını sağlamak
için devrimci hükümetin bir araç olduğudur.
Küba'nın ekonomik açıdan bağımsız olduğuna
henüz şehitlerimizin mezarları üzerine yemin edemiyoruz. Amerika Birleşik
Devletleri'nde durdurulan bir gemi Küba'da bir fabrikayı felce uğratabildiği,
herhangi bir tekelin herhangi bir buyruğunun bir iş merkezindeki çalışmaları
durdurabildiği sürece de yemin edemeyeceğiz. Küba tüm olanaklarını
seferber ettiğinde, tüm doğal zenginliklerinden yararlanabildiğinde ve tüm
dünyayla ticaret anlaşmaları imzalayarak, hayata geçirdiğimiz planlamanın
çerçevesi içinde, tüm fabrika ve çiftliklerin üretimi sürdürmesini, üretim
temposunun düşmemesini güvence altına aldığında bağımsız olacaktır.
Kesinlikle belirtebileceğimiz gerçek, 1 Ocak
1959'da, devrimimizin zafer gününde, halk iktidarının kurulduğu, atılan bu
ilk adımla, Küba'nın ulusal politik egemenliğini elde ettiğidir.
Bugün, giderek Küba tarihinde olağanüstü bir
yeni yılın başlaması, yeni bir çağın başlangıcı olarak belirginleşiyor.
Bunun yalnız Küba için değil, tüm Latin Amerika için yeni bir çağın başlangıcı
olduğuna inanmaktan mutluluk duyuyoruz. Küba için bu 1 Ocak, 26 Temmuz 1953'ün,
12 Ağustos 1933'ün, 24 Şubat 1985'in ve 10 Ekim 1868'in sonucudur.[6]
Ama, Latin Amerika için de şanlı bir günün tarihidir bu. Bugün, belki de
yukarı Peru'da, Murillo'nun başkaldırdığı 25 Mayıs 1809'un ya da Buenos
Aires'de Açık Meclis'in çalışmalara başladığı 25 Mayıs 1810'un,
veyahut da, XX. yüzyıl başlarında, Latin Amerika halklarının politik bağımsızlıkları
uğruna savaşmaya başladıkları herhangi bir tarihin devamı olabilir.[7]
Küba halkının öylesine yüksek bir bedel karşılığında
ulaştığı bugün, bu 1 Ocak, ulusun oluşması için verilen mücadeleden başlayarak;
egemenlik için, anayurt için, Küba'nın özgürlüğü ve tam politik ve
ekonomik bağımsızlığı uğruna sürdürülen mücadele aşamalarından geçen
nice ve nice Kübalı kuşağının savaşlarını özetler. Kimse bugünden
kanlı, hatta muhteşem ve belirleyici bir dönemin sonu olarak sözedemez artık.
Küba'nın tarihi günüdür bu. O 1 Ocak, Fulgencio Batista'nın, bu yerel
Weyler'in[8]
despotluk düzeninin ölüm tarihi, siyasi bakımdan özgür ve egemen, en yüce
yasa olarak insan onurunu tanıyan gerçek halk cumhuriyetinin doğum tarihidir.
O 1 Ocak, bizden önce gelen tüm şehitlerin,
Narciso Lopez, İgnacio Agramonte ve Carlos Manuel de Cespedes'i izleyen José
Marti, Antonio Maceo, Maximo Gomez, Calixto Garcia, [Guillermo] Moncada ve Juah
Gualberto Gomez'in ve onları izleyen cumhuriyet tarihimizin şehitler takım yıldızının,
[Julio Antonio] Mella'ların, [Antonio] Guiteras'ların, Frank Pais'lerin, Jose
Antonio Echeverria'ların ve Camilo Cienfuegos'ların zafer günüdür.
Fidel, varlığını tümüyle halkı için savaşmaya
adadığı andan beri mambi[9]
ordusunun devamı olan Direniş Ordumuzu yaratan, hayranlık verici Küba halkının
ortak kahramanlığını mümkün kılan bu tarihin devrimci değerinin yüceliğinin
bilincindeydi. Bu nedenle, Fidel, ele alınacak herhangi bir işi, efsanevi
Granma çıkartması sırasında hayatta kalan bir avuç kişiyi bekleyen görevle
karşılaştırmayı sever. Onlar Granma'dan çıktıklarında, tüm kişisel
umutlar geride kalmıştı. Savaş başlamıştı, tüm bir halkın zafere erişmesi
ya da yenilmesi sözkonusuydu. Bu nedenle, bu büyük inanç ve Fidel'le halkı
arasındaki çok sıkı bağlılık nedeniyle, komutanımız savaşın en güç
anlarında bile zayıflık göstermedi, umudunu yitirmedi. Çünkü, mücadelenin
Sierra Maestra dağları ile sınırlı olmadığını, yalnız olmadıklarını,
Küba'nın her yerinde, bir adam ya da bir kadının onur sancağını yükselttiği
her yerde mücadelenin sürdüğünü biliyordu. Fidel savaşın, bugünkü mücadelemiz
gibi, tüm Küba halkının zaferini ya da yenilgisini belirleyeceğini
biliyordu. Onun ünlü sözünü bilirsiniz. Bugün de aynı kelimelerin üzerinde
ısrarla durur: "Ya hep birlikte kurtulacağız, ya da hep birlikte
yokolacağız." Çünkü, Granma çıkartmasını izleyen günlerde
engellerin aşılması zordu. Fakat bugün savaşçılarımız birlerle, onlarla
değil, milyonlarla sayılır. Tüm Küba özgürlük için, anayurdun geleceği
ve onuru için savaşılacak bir Sierra Maestra'ya dönüşmüştür. Aynı
zamanda tüm Latin Amerika için savaşıyoruz, çünkü ne yazık ki, ülkelerimiz
arasında yalnız Küba her an savaşmaya hazır durumda.
Küba'nın savaşı tüm Latin Amerika'nın savaşıdır.
Bir anlamda tüm kıta açısından belirleyici değildir bu savaş. Küba savaşta
yenik düşse, Latin Amerika yenilmiş sayılmaz. Ama Küba savaşı kazanırsa
Latin Amerika zafer kazanmış demektir. Adamızın önemi bundan ileri gelir,
bu "kötü örneği" ortadan kaldırmak istemeleri bundandır.
l956'da, stratejik hedef, yani savaşımızın genel amacı, Batista diktatörlüğünü
devirmek, başka bir deyişle, yabancı tekellerin ayakları altında çiğnediği
demokrasi ilkelerini geri getirmek, ülkemizin bağımsızlığını ve egemenliğini
sağlamaktı. 10 Mart l952[10]
gününden başlayarak tüm Küba bir kışlaya dönüştürüldü, bizim şimdi
yeniden halka devrettiklerimize benzer bir kışlaya.[11]
10 Mart bir insanın değil, bir tabakanın, bir grubun, içlerinden en hırslısı,
en gözünü budaktan sakınmayanı olan tarihimizin I. Fulgencio'sunun komutası
altındaki bir takım ayrıcalıklı kişilerin eseriydi. Bu tabaka, ülkemizin
gerici sınıfının, büyük toprak sahiplerinin, asalak sermayedarların çıkarlarını
savunuyordu ve yabancı sermayeye göbek bağıyla bağlıydı. Oldukça kalabalıktılar,
sonra da sihirli değnekle dokunulmuş gibi kaybolup gitti bu yaratıklar; satılık
ucuz politikacılardan başkanlık sarayının koridorlarını arşınlayan
gazetecilere, grev kırıcılardan, kumar ve fuhuş prenslerine varıncaya kadar
her türlüsü vardı aralarında.
Devrimin o andaki temel stratejik hedefine 1
Ocak'ta erişildi. Aşağı yukarı yedi yıldan beri Küba'yı kana boğan
zorbalık düzeni alaşağı edildi. Fakat, bilinçli bir devrim olan devrimimiz
politik egemenlikle ekonomik bağımsızlığın birbirinden ayrılmaz olduğunu
bilir.
Devrimimiz, 1930'lu yıllardaki yanlışları
yinelemek istemiyor. Bir adamın, belirli bir sınıfın ya da kurulu düzenin
temsilcisi olduğu, tüm kurulu düzen yıkılmadıkça, halk düşmanlarının
yeni bir adam ortaya çıkaracağı düşünülmeden defedilmesi birşeyi değiştirmez.[12]
Devrim Küba'yı saran hastalığı kökünden söküp atmalıdır. Marti'ye öykünerek,
onun söylediği gibi, radikal, köklere kadar inen anlamına gelir diye
tekrarlamalıyız. Kökten olmayan ve insanların güvenliğine, mutluluğuna
hizmet etmeyen şeylere radikal denemez. Fidel yeni bir tanım getirmiştir:
"Bu devrimin amacı haksızlıkları kökünden koparıp atmaktır."
Marti'ninkinden farklı kelimelerle söylendiği halde aynı anlama gelir. Bir
kez genel stratejik hedefe ulaşıldıktan, despotluk düzeni devrilip halktan
doğan, halka karşı sorumlu ve silahlı kolu bundan böyle halk ordusu olan
devrimci iktidar kurulduktan sonra, bu iktidarın önündeki stratejik hedef,
ekonomik bağımsızlığı elde etmek, yani tam ulusal egemenliği yeniden
kazanmaktır.
Mücadelemizde, dünün taktik hedefleri Sierra,
düzlükler, Santa Clara, Başkanlık Sarayı, Camp Columbia, ya da üretim
merkezleriydi; bunları doğrudan saldırıyla, kuşatmayla ya da yeraltı
eylemleriyle ele geçirmek gerekiyordu. Bugünkü taktik hedeflerse, büyük
stratejik hedef olan ulusal ekonominin kurtuluşuna ulaşmak üzere ülkenin
sanayileşmesine temel olacak tarım reformunun zaferi, dış ticaretin çeşitlilik
kazanması ve halkın yaşama düzeyinin yükseltilmesidir.
Şimdi, ekonomi alanı bizim temel savaş
cephemizdir. Daha başka son derece önemli görevlerimiz de var, örneğin eğitim.
Bir süre önce, ekonomi savaşı için gerekli teknik elemanların yetiştirilmesine
olanak sağlayacak olan eğitimin öneminden sözetmiştik. Yine de, kendiliğinden
de anlaşıldığı gibi, bu savaşta en önemli cephe ekonomi alanıdır, eğitimse
bu savaş için olanakların elverdiği en iyi koşullarda subaylar hazırlamayı
amaç edinmiştir.
Kendime asker diyebilirim, halkın içinden çıkmış,
yalnızca bir çağrıya uyarak silaha sarılmış, gerektiği zaman görevini
yerine getirmiş, şimdi de hepinizin bildiği görevi üstlenmiş bir askerim.
Ama, ekonomi uzmanı olduğumu öne süremem. Tüm devrim savaşçıları gibi,
yerleştirildiğim yeni siperde, devrimin geleceğinin bağlı olduğu ülke
ekonomisinin kaderi için herkesten fazla endişe duyuyorum. Ekonomi alanındaki
savaş, Sierra'da sürdürdüklerimizden çok farklı. Orada belirli konumlarda
savaşmak sözkonusuydu, beklenmedik koşullar hemen hemen hiç ortaya çıkmazdı,
askeri birlikler biraraya toplanır ve saldırılar büyük bir dikkatle hazırlanırdı.
Şimdiyse kazanılacak zaferler çalışmaya, kararlılığa ve planlamaya bağlıdır.
Bu savaş, ortaklaşa kahramanlık, herkesten fedakarlık ister. Bir gün, bir
hafta ya da bir ay sürecek de değildir. Çok uzun sürelidir bu savaş,
arazinin tüm niteliklerini iyice öğrenmezsek, düşman cephesiyle ilgili
bilgileri tekrar tekrar incelemezsek savaş daha da uzun sürecek, yalnızlığımız
daha da artacaktır.
Çeşitli silahlarla çarpışabiliriz bu savaşta.
İşçilerin, ücretlerinin %4'üyle[13]
sanayiye katkıda bulunmasından tutun da tüm kooperatiflerde, çalışmaya
ulusal ekonomimizde bugüne dek bilinmeyen narenciye işleme kimyası, ağır
kimya ve demir-çelik sanayisi gibi yeni endüstri dalları kurmaya varıncaya
kadar pek çok yollara başvurabiliriz. Ancak, ana stratejik hedef -bunu durmaksızın
vurgulamalıyız- ulusal egemenliğin fethedilmesidir.
Herhangi bir şeyi fethetmek, diğer kelimelerle
onu birisinin elinden almak anlamına gelir, açık konuşmak, yanlış anlaşılabilecek
kavramların arkasına gizlenmemek her zaman iyidir. Fethedilmesi gereken ülke
egemenliği, tekellerin elinden alınmalıdır. Genel bir kural olarak
tekellerin vatanı olmamakla birlikte, Küba'dakilerin, Küba topraklarından çıkar
sağlayanların ortak bir yönü vardır: Hepsi de Amerika Birleşik
Devletleri'ne sıkı sıkıya bağlıdır. Bunun anlamı bizim ekonomik savaşımızın
kuzeyin büyük gücüne karşı yürütüleceği, kolay da olmayacağıdır.
Bunun anlamı, kurtuluşumuza giden yolun, ancak tekellere karşı, somut olarak
da ABD tekellerine karşı kazanılacak bir zaferden sonra açılacağıdır.
Bir ülkenin ekonomisinin bir başkasınca kontrol edilmesi, kaçınılmaz
olarak denetlenen ülkenin ekonomisini güçsüzleştirir.
Fidel, 24 Şubat'ta, Küba İşçileri
Konfederasyonu'na şu soruyu yöneltti: Bir devrim kollarını kavuşturup
oturarak, yabancı özel sermaye yatırımlarının sorunlara çözüm
getirmesini bekleyebilir mi? İşçilerin yıllardır ayaklar altında çiğnenen
haklarını savunmak için doğmuş bir devrim, kollarını kavuşturup
oturarak, kendi çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapan, ülkenin en çok
ihtiyaç duyduğu ürüne yatırım yapmayı aklının köşesinden bile geçirmeyen,
en büyük kâr neredeyse oraya yönelen yabancı özel sermaye yatırımlarının
sorunlara çözüm getirmesini bekleyebilir mi?[14]
Devrim bu yolu izleyemezdi, bu sömürünün
yoluydu. Başka bir yol bulunmalıydı. Tekeller arasından en çok sorun
yaratanına, yani toprak sahipliği tekeline darbe indirmeli, bu tekeli yıkmalı,
toprağı halka dağıtmalıydık. Bundan sonra da gerçek mücadele başlayacaktı.
Çünkü, herşeye karşı, iki düşman ilk kez kapışıyordu. Gerçekte, savaş
tarım reformu düzeyinde başlamadı.[15]
Savaş şimdi başladı, gelecekte de sürecektir, çünkü ülkemizde geniş
topraklara sahibolan tekeller sorunun en önemli yönü değildi. Asıl önemli
olan büyük tekeller, kimya sanayisine, mühendislik dallarına, inşaatçılığa
ve petrole hükmeden tekellerdi. Küba'nın onların deyimiyle "kötü örneğinden"
en çok rahatsızlık duyan onlardı.
Yine de, işe tarım reformuyla başlamamız
gerekiyordu. Toprak sahiplerinin aşağı yukarı %1,5 kadarı Küba'da toprağa
sahip olan Kübalılar ya da yabancılar, toprakların %46'sını ellerinde
tutuyor, %70 kadarıysa tüm toprakların yalnızca %l2'sine sahip bulunuyordu.
62.000 kadar çiftlik yalnızca 3/4 caballeria'lık topraktan oluşuyordu.[16]
Oysaki, tarım reformumuz alt sınır olarak, yani beş kişilik bir ailenin
sulanmamış toprakta asgari ihtiyaçlarını karşılaması için gerekli en az
toprak miktarı olarak iki caballeria'lık toprak mülkiyetini saptamıştır.
Camagüey bölgesinde, 56.000 caballeria'lık toprağı kontrolleri altında
bulunduran, yani bölgenin tüm yüzölçümünün %20'sine sahibolan beş şeker
şirketi vardı.
Bunun yanısıra tekeller nitelikli kobaltı,
demiri, kromu, manganı ve tüm petrol işletmelerini ellerinde bulunduruyorlardı.
Örneğin, petrol konusunda, verilen ve istenen topraklar yanyana konulduğunda
ulusal toprak yüzölçümünü üç kat aşıyordu. Yani kayalık adalarla
birlikte tüm Küba toprakları paylaşılmıştı. Üstelik bazı bölgelerin
iki ya da üç sahibi vardı, bunlar aralarında çekişiyorlardı. Bu ABD
holdinglerinin mülkiyetlerini ortadan kaldırdık.
Kiraları düşürerek ve şimdi INA V'nin
(Ulusal Tasarruf ve Konut Enstitüsü) ucuz yerleşim birimleri planlamasıyla
Konut spekülasyonuna da darbe indirdik. Bu alanda, pek çok konut tekeli vardı,
bunlar belki ABD tekelleri değildi, ama, ABD tekelcilerine bağlı asalak
sermayenin elindeydiler. Bunlar, en azından, özel mülkiyet ideolojik görüş
açısından, halkı sömürmek için bir kişinin elinde toplanan sermayelerdi.
Büyük pazarların müdahalesi ve Küba kırsal bölgelerinde 1400 tanesi açılan
halk mağazaları sayesinde iç pazarlarda tekelciliği ve spekülasyonu önledik,
ya da önlemek için ilk adımı attık.
Fiyatların nasıl arttırıldığını
bilirsiniz. Şu anda bizi dinleyen köylüler varsa, şimdiki fiyatlarla o acı
günlerde Küba'nın kırsal bölgelerinde haydutların istediği fiyatlar arasındaki
farkı hatırlayacaklardır. Halk hizmetlerinde, tekellerin başını alıp
giden eylemleri de sonunda dizginlendi. Telefon ve elektrik bunun iki örneğidir.
Küba halkının hayatının hangi yönüne baksak tekeller karşımıza çıkar.
Yalnızca bugünkü konumuz olan ekonomi alanında değil, siyaset ve kültür
alanında da durum aynıdır.
Şimdi kurtuluş mücadelemizde önemli bir adım
daha atıyoruz: Dış ticarette tekellerin bizi önlemesine karşı saldırıya
geçtik. Çeşitli ülkelerle birçok ticaret anlaşması imzaladık, tümüyle
eşitlik koşullarında Küba pazarına talepte bulunan birçok yeni ülke var.
Yaptığımız anlaşmalar arasından en önemlisi, kuşkusuz, Sovyetler Birliği'yle
yaptığımız ticaret anlaşmasıdır. Alışılmamış birşey sattık onlara:
tüm şeker kotamızı; dünya pazarına satacak başka hiç şekerimiz kalmadı.
Yine de, başka ülkelerle anlaşma yapmazsak 800.000 tonla bir milyon ton arası
talepler var. Ayrıca, beş yıl süre ile, her yıl bir milyon tonluk satışı
garantiledik.
Bu şekerin yalnızca %20'sinin bedelini dolar
olarak alacağız, elbette. Ama, dolar bir satınalma aracından başka birşey
değildir. Satınalma gücünden başkaca değer taşımaz bizim gözümüzde,
Malımızın karşılığını hammadde ya da imal edilmiş ürünler cinsinden
aldığımızda, şekerimizi yine dolar olarak kullanmış oluyoruz. Birisi
bana, bu tür bir anlaşmanın zarar getireceğini, çünkü Sovyetler Birliği'yle
Küba arasındaki uzaklığın ithal edeceğimiz tüm malların fiyatını yükselttiğini
söyledi. Petrol için yaptığımız ticaret anlaşması bu kehanetin yanlışlığını
ortaya çıkardı. Sovyetler Birliği, Küba'ya uygun nitelikli petrolü,
burnumuzun dibindeki ABD tekellerinden %33 oranında daha düşük fiyata satmayı
kabul etti. Ekonomik kurtuluş diye işte buna derler.
Tabii, bütün bunların, Birleşik Devletleri kızdırmaya
yarayacak politik satışlar olduğunu öne sürenler var. Bu savı doğru kabul
edebiliriz. Sovyetler Birliği, egemenlik hakkını kullanarak Amerika Birleşik
Devletleri'ni kızdırmak için bizden şeker alabilir ve bize petrol satabilir.
Umurumuzda mı? Bu bizim sorunumuz değil. Niyeti ne olabilir, ne olmayabilir,
bu ayrı bir sorun. Biz ticaretimizi yaparken yalnızca malımızı satıyoruz,
eskiden olduğu gibi ulusal egemenliğimizi satışa çıkarmıyoruz. Tek isteğimiz,
iki tarafın birbirine eşit olması, eşitlik koşulları içinde konuşulmasıdır.
Bugün, yeni bir ulusun temsilcisi ülkemize
geldiğinde, bizim eşitimiz olarak konuşma masasına oturur. Geldiği ülkenin
büyüklüğü, toplarının gücü önemli değildir. Bağımsız bir ülke
olarak, Küba'nın da, tıpkı Amerika Birleşik Devletleri gibi, Sovyetler
Birliği gibi, Birleşmiş Milletler'de oy kullanma hakkı vardır. Ticaret anlaşmalarımız
bu anlayış içinde yapıldı, gelecektekiler de aynı anlayış içinde yapılacaktır.
Marti, çok eski zamanlarda, satın alan ulusun buyurduğunu, satan ulusun boyun
eğdiğini görmüştü.
Fidel Castro, Sovyetler Birliği'yle yapılan
ticaret anlaşmasının Küba için çok elverişli olduğunu söylerken Küba
halkının duygularını dile getiriyor... Dile getirmenin de ötesinde sentez
ediyordu. Kiminle istersek onunla anlaşma yapabileceğimizi anladığımızda,
kendimizi daha özgür hissettik. Bugünse, ulusal egemenliğimiz gereğince
imzaladığımız anlaşmanın aynı zamanda Küba için en elverişli ticaret
anlaşmalarından biri olduğunu görmekle kendimizi çok daha özgür
hissetmeliyiz. ABD şirketlerinin bize karşılığını pahalı ödettiği borçları
iyice inceler ve Sovyetler Birliği'nin bize, uluslararası ilişkiler tarihinde
görülmüş en düşük faiz oranı olan %2,5 ile ve 12 yıl süreyle vermeyi
kararlaştırdığı kredilerle karşılaştırırsak, bunun önemini daha iyi
anlarız. Elbette ki, bu kredi Sovyet mallarını satınalmakta kullanılacaktır,
ama sözümona uluslararası bir kuruluş olan Export Bank'ın verdiği borçların
da yabancı tekellerin belirlediği biçimde Amerika Birleşik Devletleri'nden
alınacak mallara harcandığı açıktır. Birmanya Elektrik Şirketini düşünelim
örneğin. Tabii, bir varsayım olarak öne sürüyoruz bu şirketi. Bu Birmanya
Elektrik Şirketinin, Küba Elektrik Şirketi gibi yabancıların elinde olduğunu
kabul edelim. Export Bank bu şirkete 8, 10 yada 15 milyon peso borç vermiş
olsun. Şirket, bankanın belirlediği biçimde donanımını kuracak, düşük
kaliteli bir çalışmayı çok yüksek fiyata maledecek, elektrik fiyatları yükselecek,
bunun bedelini de halk ödeyecektir. Uluslararası kredi sistemi işte böyle işler.
Bir ulusun yararına, o ulusun evlatlarının
hayrına verilen krediyle bunun arasında dağlar kadar fark var. Sovyetler
Birliği bağımlı ortaklıkların birine 100 milyon peso borç verse ve bunu
bir iş kurmak ve ürünleri ithal etmek için yapsaydı, iş değiştirdi.
Fakat bunun yerine biz, tümüyle ulusal ve halkın hizmetinde olacak biçimde büyük
bir demir-çelik kompleksi ve petrol rafinerisi kurmayı planladık.
Diğer bir deyişle, ödediklerimiz aldıklarımızın
karşılığıdır, petrol örneğinde olduğu gibi haklı ve dürüst bir karşılıktır
bu. Hükümetimizin şimdiye kadar yaptığı gibi herzaman apaçık olarak ve
nedenini halka açıklayarak imzalayacağı yeni ticaret anlaşmalarıyla da
size hep Sovyetler Birliği'nden satın aldığımız mamul ürünler gibi böylesine
olağanüstü düşük fiyatlarla mal alacağımızı öne süremem. Diario de
La Marina'dan[17]
yine sözetmek zorundayız. Bu ticaret anlaşmasına karşıymış. Anlaşmanın
kötü olduğunu niçin düşündüklerine beş, altı ya da yedi sebep gösteren
çok ilginç makale ne yazık ki yanımda yok. Elbette ki, hepsi de yanlış gösterdikleri
kanıtların. Yeterince kötü olan yorumları yanlış olmakla kalmıyor, aldıkları
haberler bile yanlış. Örneğin, Küba'nın yaptığı ticaret anlaşmasıyla,
Birleşmiş Milletler'de Sovyet manevralarını desteklediği belirtilmiş. Gerçekte,
bu ticaret anlaşmasından tamamıyla bağımsız olarak ortaklaşa imzalanan
bir bildiriyle Küba, Birleşmiş Milletler'de barış uğruna mücadeleye karar
vermiştir. Diğer kelimelerle, Fidel'in de açıkladığı gibi, Küba'yı,
Birleşmiş Milletler'in kurucularının dileğine uygun biçimde, Birleşmiş
Milletler'in yaradılış amacına uygun biçimde davranmakla suçluyorlar.
Ticaret Bakanımız tarafından birer birer çürütülen diğer ekonomi savlarıysa
boş laflardan, yalan dolandan başka bir şey değil. En büyük palavrayı
fiyat konusunda atıyorlar. Bildiğiniz gibi şeker fiyatı, doğal olarak, dünya
pazarına, arz ve talebe bağlıdır. Diario de La Marina'nın iddiasına göre,
Küba'nın sattığı bir milyon ton şekeri Sovyetler Birliği yeniden piyasaya
sürerse Küba'nın bundan hiçbir kazancı olmazmış. Bu yanlış, çünkü
ticari anlaşmada şekeri ancak ondan herzaman şeker alan ülkelere ihraç
edebileceğini gösteren bir madde var. Sovyetler Birliği şeker ithal eden bir
ülkedir, fakat aynı zamanda komşusu olan ve şeker rafinerisi bulunmayan bazı
ülkelere rafine edilmiş şeker ihraç eder. İran, Irak ve Afganistan bu ülkeler
arasındadır. Tabii ki, Sovyetler Birliği herzaman yaptığı gibi bu ülkelerin
ihtiyacını karşılayacaktır. Fakat şekerimiz, bu ülkede halkın artan tüketim
planı çerçevesinde, Sovyetler Birliği içinde kullanılacaktır.
Amerika Birleşik Devletleri'nde endişe başladığına
göre -Sovyetler Birliği'nin onlara yetiştiğini Kongrelerinde bile söylüyorlar-
Sovyetler Birliği'nin gücüne kendileri bile inandığına göre, biz niye
inanmayalım? Niye burada bir gazete kuşku tohumları ekiyor, uluslararası
alana yayılma ve şeker fiyatlarına zarar verme tehlikesi getiren dedikodular
çıkarıyor? Karşı devrimcilerin işi, ayrıcalıklarını yitireli beri
avunmak nedir bilmeyenlerin marifeti bu.
Öte yandan, birkaç gün önce öğrendiğimize
göre, Küba'nın şeker fiyatı ABD'li hasımlarımızın sözcüsü Lincoln
Price'dan haketmediği bir yorum haketti: Amerika Birleşik Devletleri'nin şekere
fazladan ödediği yüz ya da yüzelli milyon doların Küba'ya bağışlandığını
öne sürüyorlarmış.[18]
İşin aslı öyle değil.
Küba, ABD'lilerin Küba'daki çıkarları için
harcadığı her dolara karşılık 1,15 dolar ödememizi zorunlu kılan gümrük
anlaşmaları imzalamıştır. Bunun anlamı, on yıl içinde bir milyar doların
Küba halkının elinden ABD tekellerine aktarılacağıdır. Kimseye bağışta
bulunmaya ihtiyacımız yok ama, bu para Küba halkından Amerika Birleşik
Devletleri halkına aktarılsaydı daha çok sevinirdik, çünkü bu parayı
kasalarına atacak olan tekeller dünyadaki köleleştirilmiş halkların
kurtuluş mücadelesine başlamasını önleyen baskı araçlarından başka birşey
değildir. Birleşik Devletler'in Küba'ya verdiği borç, bize %61 faize
malolmaktadır, oysa kısa vadeli bir anlaşmadır bu, hele Sovyetler Birliği'yle
yaptığımız ticaret anlaşması gibi uzun vadeyle verilmiş bir borç olsaydı
ödeyeceğimiz bedel kimbilir ne olacaktı! Bu nedenle Marti'nin öğretisini
izleyip, alıcılardan hiçbirine bağlı kalmaksızın dış pazarımızı
olanaklarımız elverdiğince çeşitlendirmeye, pazarlardan daha iyi
yararlanabilmek için ülke içindeki ürünlerimizin de çeşidini arttırmaya
özen gösteriyoruz.
Küba işte böyle ilerliyor. Tarihimizin gerçekten
de parlak anlarını yaşıyoruz. Latin Amerika'daki tüm ülkeler gözlerini bu
küçük adadan ayırmıyor, gerici hükümetlerse, kıtanın neresinde halk öfkeyle
ayaklansa hemen Küba'yı suçluyorlar. Küba'nın devrim ihraç etmediğini
daha öncede ısrarla belirttik. Devrimler ihraç edilmez, belirli bir ülkede,
çelişkiler altından kalkılmaz hale geldiğinde patlak verirler. Küba yalnızca
örneğini, yukarıda sözünü ettiğim "kötü örneğini",
"jeopolitik" denen sahte bilime meydan okuyup Marti'nin deyimiyle
canavarın ağzındayken bile özgürlük çağrılarını işittirebilen bir küçük
halkın örneğini ihraç eder.
Suçumuz bu, emperyalistleri, ABD sömürgecilerini
korkutan örneğimiz bu işte. Latin Amerika'nın kurtuluş bayrağı olduk diye
bizi ezmek istiyorlar. Bize senatoya yeni sunulan biçimiyle Monroe Doktrinini
uygulamak istiyorlar. Amerika Birleşik Devletleri'ne ne mutlu ki, sanırım
senatodan geçmedi ya da komisyonlardan birine takıldı kaldı bu tasarı.
"Madem ki"... diye başlayan bazı bölümlerini okumak fırsatı
buldum, öylesine ilkel bir kafayla, öylesine olağanüstü sömürgeci bir
zihniyetle yazılmış ki, bu tasarının kabul edilmesi Birleşik Devletler
halkı için utanç verici olurdu. Monroe Doktrinini daha da açık, daha da
kesin biçimde hortlatıyor bu tasarı. Paragraflardan birinde şöyle denildiğini
kesinlikle hatırlıyorum: "Madem ki, Monroe Doktrini'nin açıkça gösterdiği
gibi, Amerika kıtası dışında hiçbir ülke Amerika ülkelerini köleleştiremez..."
Amerika kıtasındaki ülkelerden herhangi biri köleleştirebilir anlaşılan.
Devamla, artık Amerika Birleşik Devletleri'nin OAS örgütüne duyurmadan müdahalede
bulunabileceği, saldırılarını oldu bittiye getirebileceği belirtiliyor.
Ekonomik bağımsızlık savaşımızı güçleştiren, tehlikeli politikalar
bunlar.
Önümüzdeki... Herşeyden önemlisi, önümüzdeki
zaman kısaldı ya, neyse... Önümüzdeki son sorun, ekonomik özlemlerimizi
daha çabuk gerçeğe dönüştürmek için dövizimizi nereye yatıracağımız
ve insan emeklerini nereye yönelteceğimizdir. Fidel Castro, 24 Şubatta,
sembolik %4'ler tutarını aldığı sırada, işçilerle konuşurken şöyle
dedi:
"...Devrim zafere ulaştığında, kaynaklarımız
son damlasına kadar kurumuş, halkımız tüketim mallarının ihraç
edileninden çok daha fazlasının ithal edilmesine alışmıştı."
Bu durumdaki bir ülke yatırım yapamaz. Ya
giderleri kısmalı yahut da yabancı sermaye kabul etmelidir. Şimdi, bizim düşüncemiz
nedir? Yabancı sermaye ithal etmek yerine, özellikle dışalım ve dışsatımda
döviz giderlerini kısmaya, tasarrufa yönelmek ve sanayimizi geliştirmek
istiyoruz. Ulusal özel sermaye sözkonusu olduğunda, onu yurt içinde buluruz.
Ama, dışarıdan sermaye getirtmek sözkonusuysa, çünkü sermayeye ihtiyacımız
varsa ve en uygun çözüm özel sermaye yatırımlarıysa şöyle bir durumla
karşılaşırız: Yabancı özel sermaye cömertliğinden, soylu bir iyilik
yapma arzusu, ya da yardım amacıyla kalkıp bir yerden başka bir yere gitmez.
O, ancak kendine yardım etmek ister. Yabancı ôzel sermaye, kendi ülkesinde
fazlalık bir sermayedir, daha büyük kârlar elde etmek amacıyla ücretlerin
ve yaşam düzeyinin düşük, hammaddenin ucuz olduğu bir ülkeye gider.
Yabancı özel sermayeyi harekete geçiren cömertlik değil, kâr hırsıdır.
Burada her zaman savunulmuş olan tez, endüstrileşme sorununu çözmek için
özel sermayenin sağlayacağı yararlardır.
Tarım ve sanayiye 300 milyon yatırılacaktır.
Ülkemizin gelişmesi ve hastalıklarından kurtulması için savaş veriyoruz.
Kolay değil bu yol. Biliyorsunuz, gözdağı vermek istiyorlar, ekonomik baskılardan,
manevralardan, kotalarımızı kesmekten sözediyorlar, vs, vs. Bizse, yalnızca
ürünlerimizi satmak istiyoruz. Bu, geri çekildiğimiz anlamına mı gelir?
Onlar bizi tehdit ediyor diye, tüm ilerleme umutlarını yitireceğimiz anlamına
mı gelir? Halk için en doğru yol hangisidir? Gelişmek istiyorsak, bunun kime
ne zararı var. Başka halkların sırtından mı geçinmek istiyoruz? Biz, Kübalılar,
ne istiyoruz? Kendi alın terimizle yaşamak istiyoruz, başkalarınınkiyle değil.
Kendi zenginliklerimizi kullanmak istiyoruz, başkalarınınkini değil. Halkımızın
tüm maddi ihtiyaçlarını karşılamak ve buradan yola çıkarak eğitim, sağlık,
konut gibi tüm sorunları çözmek istiyoruz. Tüm bu milyonları nasıl
harcayacağımızı, bir başka arkadaşımız, bir başka sohbet programında açıklayacak,
size bu milyonların yalnızca nasıl harcanacağını değil, aynı zamanda niçin
bu seçtiğimiz yolda kullanılacağını da anlatacaktır.
Şimdi zayıflar için, korkanlar için, tarihte
benzeri görülmemiş bir durumda, umutsuz bir durumda bulunduğumuzu düşünenler
için eğer durmaz ya da geri çekilmezsek mahvolacağımızı sananlar için
Jesus Silva Herzog'un bir fıkrasını anlatacağım. Petrolün kamulaştırılması
yasasını hazırlayan Meksikalı ekonomi uzmanı Herzog, Meksika'da uluslararası
sermayenin halkın manevi ve kültürel değerlerine aykırı biçimde dal budak
saldığı dönemlerden sözederken sanki Küba hakkında söylenenleri özetliyor:
Meksika'nın komünist bir ülke olduğu söylenmişti
elbette. Komünizm umacısı ortaya çıkmıştı. Büyükelçi Daniel, daha önceki
konferanslarımda sözünü ettiğim kitabında o zor günlerde Washington'a
gittiğinde İngiliz asıllı bir bayın ona Meksika'daki komünizmden sözettiğini
anlatıyor. Bay Daniel ona demiş ki: "Benim tanıdığım tek Meksikalı
komünist Diego Rivera'dır. İyi ama, komünist diye kime derler?" Adam
rahat bir koltuğa oturmuş, bir süre düşünmüş, sonra ayağa kalkıp bir
tanım yapmayı denemiş. Bay Daniel bu tanımı beğenmemiş. Adam yine oturmuş,
yeniden düşünmüş, biraz ter dökmüş, tekrar ayağa kalkıp bir tanım
daha yapmış. Bu tanım da Bay Diego'nun hoşuna gitmemiş. Bu böyle sürüp
giderken sonunda umutsuzluğa kapılan adam: "Bayım, biz canımızı sıkan
herkese komünist deriz" diye kestirip atmış.
Görüyorsunuz ya, tarihi durumlarda değişen
birşey yok. Biz de kuşkusuz bazılarının biraz canını sıkıyoruz. Raul (Castro)
İle ben en çok can sıkanlar olma onuruna eriştik... Tüm tarihi durumlar
arasında benzerlikler bulunabilir. Meksika'nın petrolünü millileştirip daha
da ilerlemeye devam etmesi, Cardenas'ın bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük
cumhurbaşkanı kabu1 edilmesi gibi biz de ilerleyişimizi sürdüreceğiz. Karşıt
olanlar bize istedikleri adı takabilirler. Her zaman arkamızdan söyleyecek
birşeyler bulacaklardır. Bizim yapacağımız, mallarına elkonulanların,
kamulaştırma nedeniyle servetlerini kaybedenlerin, devrimin dışarı attıklarının
geri dönmemesi için halkın yararına çalışmak, bir adım bile
gerilememektir.
Ernesto Che Guevara
Dipnotlar
[1] "Halk Üniversitesi" adlı televizyon
dizisinin ilk programında 20 Mart 1960 günü yapılan konuşma. Dizi, devrim
liderlerinin konuşmalarından oluşuyor, pazar günleri canlı olarak yayınlanıyor,
soru-cevap ve tartışmalarla tamamlanıyordu. Küba'daki ekonomik gelişmeleri
konu alan bu sohbet stüdyoda birkaç yüz izleyicinin huzurunda yapılmış,
ilk kez 23 Mart 1960'da Hoy'da (Bugün) yayınlanmıştır.
[2] 1938'de, Meksika'da, İngiliz ve ABD mülkiyetindeki
petrol şirketleri.
[3] Giovanni Papini (1881-1956): İtalyan şair ve
hikaye yazarı, aynı zamanda edebiyat eleştirmeni. Guevara burada onun "Gog
ve Magog" adlı denemesinden sözediyor.
[4] ABD sömürgesi "Puerto Rico Özgür Ortak
Devleti"nden sözediliyor.
[5] 1956 Ekim-Kasım aylarında, Mısır, İngiliz,
Fransız ve İsrail birliklerinin saldırısına uğradı. Bu olay Süveyş
Kanalı'nın millileştirilmesinden hemen sonra olmuştur. 1958 Temmuzunda,
Washington halkın karşı çıktığı ABD yanlısı rejimi desteklemek üzere
Lübnan'a 15.000 deniz askeri çıkarttı.
[6] 26 Temmuz 1953: Fidel Castro komutasında
Moncada Kışlası'na saldırı. 12 Ağustos 1933: Diktatör Gerardo Machado'nun
kitle ayaklanması sonucunda kovulması. 24 Şubat 1895: Küba'nın İspanya'ya
karşı bağımsızlık savaşının son aşamasının başlaması. 10 Ekim
1868: Carlos Manuel de Cespedes'in "Yara Çağrısı" ile bağımsızlık
savaşının ilk aşamasının başlaması.
[7] 1809'da, yukarı Peru'da (bugünkü Bolivya)
Pedro Domingo Murillo'nun önderliğinde İspanyol yönetimine karşı ilk
ayaklanmalardan biri başgösterdi. Bu isyan, yenilgiye uğradı ve Murillo asılarak
idam edildi. 1810'da Buenos Aires de, Cabildo Abierto (Açık Meclis) denilen özerk
bir hükümet yönetimi kuruldu.
[8] Valeriano Weyler y Nicolau, 1895-98 bağımsızlık
savaşında Küba'da İspanyol güçlerinin komutanıydı. Özellikle yakalanan
bağımsızlık savaşçılarını işkenceyle öldürtmesiyle ün yapmıştı.
[9] Mambi Ordusu: İspanya'ya karşı bağımsızlık
savaşlarında Kübalı savaşçılara verilen ad.
[10] Batista'nın seçimlerden önceki hükümet
darbesinin tarihi.
[11] Fidel Castro'nun "Tarih Beni Haklı Çıkaracaktır"da
ortaya koyduğu amaca uygun olarak, devrimci hükümet Batista ordusunun kışlalarını,
okullara dönüştürmeye başlamıştı.
[12] 1933-35'teki devrimci ayaklanma diktatör
Gerarpo Machado'nun yurt dışına kovulması gibi başarılı bir sonuca
varmakla birlikte Küba'yı ABD'nin yarı-sömürgesi olmaktan kurtaramamıştı.
Bu olayın ardından, Küba'da iktidara gelen "güçlü adam"
Fulgencio Batista idi.
[13] Küba İşçileri Konfederasyonu 10.
Kongresi, 1959 Kasımında, işçileri ücretlerinin %4'ünü Küba'da endüstrinin
geliştirilmesi için kurulacak fona yatırmaya özendirmeyi oy çokluğuyla
karara bağlamıştır.
[14] Castro'nun, 24 Şubat 1960'da, Havana'da
Blanquita Tiyatrosunda yapılan törende verdiği söylevden. Bu törende, Küba
İşçileri Konfederasyonu, işçi ücretlerinden gönüllü olarak kesilen %
4'lük payları devrimci hükümete devretmişti.
[15] 17 Mayıs 1959'da çıkarılan tarım reformu
yasası bireysel toprak mülkiyetine 30 caballeria'lık (yaklaşık olarak 400
hektar, 1 hektar= 10 000 metrekare) bir üst sınır koymuştu. Yasanın
uygulanmasıyla Küba'da çoğu ABD şirketlerine ait geniş çiftliklere
elkondu. Bu topraklar yeni hükümetin eline geçti. Tarım reformu yasası
ortakçıların, kiracıların, başkasının toprağını işleyenlerin, bundan
böyle tapu sahibi olmasını güvence altına aldı. Diğer bir yasayla, Ulusal
Tarım Reformu Enstitüsü (INRA) kuruldu.
[16] 1 caballeria: 13,4 Hektar.
[17] Küba burjuvazisinin geleneksel sözcüsü
olan Diario de La Marina gazetesi, Miami'ye göçetmek zorunda kalmıştı.
[18] Küba'nın yıllık şeker kotasını satınalmak
için ABD hükümetinin anlaşmayla garantilediği fiyattan söz ediliyor.