"Taktik,silahlıgüçlerinçarpışmalardanasılkullanılacağını,
stratejiyseçarpışmalardansavaşınamacına
ulaşmadanasılyararlanılacağınıöğretir." Carl
Von Clausewitz
Notlarımızın başına, Napoleon'la savaşan ve
ustaca bir savaş teorisi ortaya koyan Clausewitz'den aldığımız sözleri
koyduk. Çözümlemesi burjuvalara özgü olduğu halde, düşüncelerinin açıklığından
dolayı, Lenin ondan alıntı yapmayı severdi.
Taktik ve strateji, savaş sanatının iki temel
öğesidir, ama savaş ve siyaset bir ortak paydayla birbirine bağlıdır. Bu
ortak özellik nihai bir amaca ulaşmak için ısrarla sürdürülen çabadır.
Nihai amaca, silahlı savaşla düşmanın yokedilmesi ya da siyasi iktidarın
ele. geçirilmesi olabilir.
Bununla birlikte, savaşçı ve politik mücadeleleri
yöneten taktik ve stratejik ilkelerin çözümlenmesi, şematik bir formüle
indirgenemez.
Bu ilkelerin herbirinin değeri, ancak, pratikle
ve pratiğin içerdiği son derece karmaşık etkinliklerin analiziyle ölçülebilir.
Değişmez taktik ve stratejik hedefler yoktur.
Taktik hedefler bazen stratejik bir önem kazanır, bazen de tersine, bazı
durumlarda, stratejik hedefler basit taktik öğeler halini alırlar.
Devrimci güçlerin büyük nihai stratejik
amaca, yani iktidarın ele geçirilmesine yönelik tüm gerçeklerden ve tüm koşullardan
tam anlamıyla yararlanmasını sağlayan, her bir öğenin göreli öneminin
dikkatli ve doğru biçimde incelenmesidir.
İktidar, devrimci güçlerin zorunlu stratejik
hedefidir, herşeyin bu büyük amaca bağlı kılınması gerekir.
Mutlak biçimde çelişkili çıkarları temsil
eden, son derece birbirine aykırı iki gücün kutuplara böldüğü bu dünyada,
iktidarın alınması coğrafik ya da toplumsal bir olguyla sınırlanamaz. İktidarın
alınması devrimci güçlerin dünya çapındaki amacıdır. Geleceği
fethetmek devrimin stratejik öğesidir, bugünü durdurmak, değişmesini önlemekse,
çağdaş dünyada savunma konumunda bulunan gericiliğin karşı stratejisidir.
Dünya çapındaki bu mücadelede, konum çok önemlidir.
Bazen belirleyici bile olabilir. Örneğin, Küba, Latin-Amerika'nın ekonomik
bakımdan çarpıtılmış geniş savaş alanını gözleyen bir ileri karakol
konumundadır. Küba örneği, tüm Latin-Amerika halklarına ışık tutar. Küba
ileri karakolu, şu anda dünya egemenliğini aralarında tartışan iki büyük
hasmın, emperyalizmle sosyalizmin gözünde büyük stratejik değer taşır.
Başka bir coğrafik ya da toplumsal çerçeve içersinde
bulunsaydı, değeri de başka olurdu. Devrimden önce Küba, emperyalist dünyanın
bir taktik öğesinden başka birşey değilken, önemi daha değişikti. Şimdi,
önemi artıyorsa, bunun nedeni yalnızca Küba'nın Latin-Amerika'ya açılan
kapı olması değildir. Küba, stratejik, askeri ve siyasi konumunun gücüne,
manevi etkisinin kudretini de ekliyor. "Manevi füzeler" öylesine büyük
bir yıkıcı güce sahiptir ki, Küba'nın değerini belirleyen en önemli
etken halini almıştır. Siyasi çatışmaların tüm öğelerini incelerken,
bu çatışmayı içinde geliştiği koşulların oluşturduğu bütünden
soyutlayamayız. Geçmişteki bütün olaylar, büyük stratejik hedeflere ulaşmak
amacıyla bir çizgi ya da bir konum belirlemekte yararlı olabilir.
Eğer, tartışma Latin-Amerika ile ilgiliyse,
kesinlikle şu soruyu sormamız gerekir: Dünyanın bu parçasında, iktidarı
ele geçirmek için kullanılacak taktik öğeler nelerdir? Kıtamızın bugünkü
koşullarında, bu iktidarı (yani sosyalist iktidarı) barışçı yollardan
kurmak mümkün müdür, değil midir? Cevabımız kesin ve nettir: çoğu
hallerde, mümkün değildir. Ya da, daha iyisi, iktidarın burjuva üstyapısı
biçimsel olarak ele geçirilse bile, kurulu burjuva eşitlik koşullarında biçimsel
iktidarı alan bu hükümetin sosyalizme geçişi, yeni toplumsal yapılara doğru
ilerlemeyi önlemek için elinden geleni ardına koymayacak olan karşı güçlerle
son derece şiddetli bir mücadele içinde gerçekleştirilmeye zorlanacaktır.
En önemli etken, üzerinde en çok tartışılan
konu, devrimimizle Latin-Amerika'daki öteki hareketler arasındaki en büyük
farkı yaratan nokta işte bu sorundur. Tavrımızı açıkça ortaya koymalı
ve nedenlerimizi incelemeliyiz.
Bugün, Latin-Amerika'nın patlamak üzere olan
bir volkandan farkı yok artık. Henüz lav püskürtmüyor, ama, yeraltından
gelen uğultular patlamanın yakın olduğunu haber veriyor. Kıtanın her köşesinde
ön belirtiler ortaya çıkıyor. İkinci Havana Bildirisi bu yeraltı
hareketlerinin dile getiriliş biçimi ve sentezidir; onların ulaşmaya çalıştığı
hedefin bilincini uyandırmaya; yani devrimci değişimin zorunluluğunun, hatta
bundan daha fazlasının, devrimci dönüşümün kesinlikle mümkün olduğunun
bilincine varmaya çalışır. Kuşkusuz, Latin-Amerika volkanı, içinde yaşadığımız,
iki karşıt tarih görüşü arasındaki temel güçlerin çarpışma döneminde,
çağdaş dünyada kaynaşan tüm hareketlerden ayrı tutulamaz.
Yurdumuzdan sözetmek istersek, Havana
Bildirisi'nin şu sözlerini tekrarlayabiliriz:
"Küba tarihi, Latin-Amerika tarihi
değil de nedir? Latin-Amerika tarihi, Asya, Afrika, Okyanusya tarihi değil
de nedir? Tüm bu halkların tarihi, emperyalizmin çağdaş dünyada en acımasız,
en hunharca sömürüsünün tarihi değil de nedir?”
Amerika, Afrika, Asya ve Okyanusya, emperyalizmin
çabalarıyla ekonomik güçleri çarpıtılan bir bütünün parçalarıdır.
Fakat tüm bu kıtalar aynı özellikleri taşımaz, Avrupa burjuvazisi güçlerinin
uyguladığı emperyalist, sömürgeci ve yeni-sömürgeci ekonomik sömürü biçimleri,
yalnızca Asya, Afrika ve Okyanusya'nın ezilen halklarının kurtuluş mücadelesiyle
karşılaşmakla kalmaz, buralara kadar gelip sokulan Kuzey Amerika emperyalist
sermayesiyle de rekabet etmek zorundadır. Bu mücadeleler, bazı ülkelerde güç
ilişkilerini belirlemiş, ulusal burjuvazilerin, bağımsız ya da yeni-sömürgeci
biçimlere barışçı geçişini sağlamıştır.
Latin-Amerika'da durum böyle değildir.
Latin-Amerika, Kuzey Amerika emperyalizminin manevra alanıdır. Yeryüzünde,
ulusal burjuvazilerin Amerika Birleşik Devletleri emperyalizmine karşı giriştiği
mücadeleye müdahale etmeye yeterli ekonomik güç yoktur; bu yüzden, başka
yerlerdekilerden daha zayıf olan bu burjuvaziler kararsızlığa düşer ve
emperyalizmle barış yapmayı yeğlerler.
Pısırık burjuvalar sınıfı için, yabancı
sermayenin buyruğu altına girmek ya da içteki halk güçleri tarafından
yokedilmek seçeneklerinin yarattığı korkunç durum karşısında, Küba örneğinde,
devrimin temsil ettiği kutuplaşma nedeniyle daha da keskinleşen açmazın karşısında,
uzlaşmaya yanaşmaktan başka çözüm yoktur. Bu uzlaşma yapıldıktan, barış
antlaşması yürürlüğe girdikten sonra, içteki gericiliğin güçleri, en büyük
uluslararası gerici güçle ittifak kurar, toplumsal devrimlerin barışçı
gelişimi olanaksızlaşır.
İkinci Havana Bildirisi güncel durum konusunda
şunları belirtmektedir:
"Bugün birçok Latin Amerika ülkesinde
devrim kaçınılmazdır. Bu gerçeği belirleyen, herhangi bir kişinin istek
ve iradesi değildir. Bu gerçek, Latin-Amerika insanının içinde yaşadığı
müthiş sömürü koşullarının, kitlelerin devrimci bilinçlerindeki gelişmenin,
emperyalizmin dünya çapındaki bunalımının ve ezilen halkların evrensel
mücadele hareketinin sonucudur.
Bugünkü endişe, kesinlikle isyan
belirtisidir. Şimdi, yerli halktan başlayarak, Afrika'dan getirilen kölelerin
ve sonradan oluşan ulusal grupların, bugün horgörülmeyi, aşağılanmayı,
yankee boyunduruğunu paylaştıkları gibi, daha iyi bir gelecek umudunu da
paylaşan beyazların, zencilerin, melezlerin, dörtyüz yıldır, köleci,
yarı-köleci ve feodal tarzda sömürülüşünün tanığı olan kıtada
derinliklerine kadar sarsılıyor.”
Öyleyse, Latin-Amerika'da daha adaletli
toplumsal düzenler kurulması kararlaştırıldıysa, temelde silahlı savaş
olasılığı gözönünde bulundurulmalıdır, sonucuna varabiliriz. Marksizmin
klasikleri barışçı geçiş olasılığına yer verir, partiler
bildirilerinde bu konuda güvence bile verirler, fakat Latin-Amerika'nın bugünkü
koşullarında, her geçen dakika barışçı girişimleri daha da zorlaştırıyor.
Küba'da gözlenen son olaylar, uyuşmazlığın temel yönleri konusunda
burjuva hükümetleriyle saldırgan emperyalizmin nasıl birleştiğine iyi bir
örnektir.
Şu nokta üzerinde ısrarla duruyoruz: Barışçı
geçiş, seçimle ya da kamuyu değişimleri ve düşünce akımları sayesinde,
doğrudan doğruya çarpışmaya girmeksizin biçimsel iktidarı ele geçirmek
değil, sosyalist iktidarın tüm yetki ve görevleriyle, silahlı ordu kullanılmadan
kurulması anlamına gelir. Bütün ilerici güçlerin silahlı devrim yolunu seçmeyeceği
akla yatkındır, bunlar, burjuva koşulları altında, yasal mücadele olasılığından
sonuna kadar yararlanacaklardır.
İktidarı aldıktan sonra, devrimci hareketlerin
benimseyeceği biçim konusunda da çok ilginç sorular ortaya atılıyor. 81
partinin bildirisi bu dönemi şöyle tanımlıyor:
"Büyük Ekim Sosyalist Devrimiyle
başlayan, özünü kapitalizmden sosyalizme geçişin oluşturduğu çağımız,
birbirine taban tabana zıt iki toplumsal sistem arasındaki mücadele çağı;
sosyalist devrimler ve ulusal kurtuluş devrimleri çağı; emperyalizmin batış,
sömürgecilik sisteminin yıkılış çağı; giderek artan sayıda halkların
sosyalizm yoluna koyulma çağı; sosyalizmin ve evrensel komünizmin zafer çağıdır.
Çağımızın temel çizgisi, dünya sosyalist
sisteminin yavaş yavaş insan toplumunun gelişiminin belirleyici etkeni
halini almasıdır.”
Ulusların kurtuluş mücadelesi çok önemli
olmakla birlikte, içinde yaşadığımız çağın ayırıcı niteliği
kapitalizmden sosyalizme geçiştir.
Tüm sömürülen kıtalarda, toplumsal düzenlerin
belli bir gelişim düzeyine eriştiği ülkeler vardır; fakat bunların hemen
hemen hepsinin belirleyici özelliği feodal nitelikli geniş toplumsal
tabakalara sahibolmaları ve büyük ölçüde yabancı sermayeye bağlı
olmalarıdır. Doğal evrime göre, kurtuluş mücadelesi içinde, burjuvazinin
az ya da çok egemen olduğu ulusal demokrasi hükümetlerine varılacağı akla
uygundur; gerçekte, çoğu kez görülür bu durum. Ama, bağımsızlıklarını
kazanmak için kuvvete başvurmak zorunda kalan halklar, toplumsal reformlar
yolunda daha çok ilerlemişler, bunlardan pek çoğu sosyalizme varmıştır.
Toplumsal dönüşümler üzerinde silahlı mücadelenin etkileri konusunda, Küba
ve Cezayir elle tutulur, gözle görülür en yeni örneklerdir. Her ne kadar,
Latin-Amerika'da barışçı yol olasılığının nerdeyse tamamıyla safdışı
olduğu sonucuna varmış bulunuyorsak da, dünyanın bu bölgesinde devrimlerin
zaferinin büyük bir olasılıkla sosyalist yapıdaki düzenler getireceğini sözlerimize
ekleyebiliriz.
Ancak, bu hedefe ulaşabilmek için oluk oluk kan
akıtmak gereklidir. Yaralarını daha saramayan Cezayir, hâlâ kan döken
Vietnam, bağımsızlığı için tek başına, yiğitçe dövüşen Angola, Küba
davasının kardeşleri olan yurtseverleri son zamanlarda devrimimize en tam ve
en yüksek dayanışmayı sunan Venezüella, yeraltı çalışmalarıyla çok güç
bir mücadele yürüten Guatemala bu gerçeği apaçık gösteren örneklerdir.
Halkın kanı bizim en değerli hazinemizdir, ama
gelecekte daha çok kan akıtılmaması için şimdi feda edilmesi zorunludur.
Başka kıtalarda, halklar sömürgecilikten
kurtulmayı başardılar, buralarda az çok sağlam burjuva rejimleri kuruldu. Bütün
bunlar hemen hemen hiç şiddete başvurulmadan gerçekleştirildi. Fakat,
olayların mantığı içinde, sürekli gelişen ulusal burjuvazinin belirli bir
anda öteki halk tabakalarıyla çelişkilere düşeceği hatırdan çıkarılmamalıdır.
Sömürgeci ülkenin boyunduruğu kırılır kırılmaz bu burjuvazi devrimci
bir sınıf olmaktan çıkıp, sömürücü bir sınıfa dönüşecek, böylece
toplumsal mücadeleler döngüsünü tamamlayacaktır. Tüm bunlar barışçı
yoldan olsun olmasın, kesin olan gerçek, iki büyük düşmanın, sömürülenle
sömürenin, kaçınılmaz biçimde yine karşı karşıya gelecekleridir.
İktidara geçme biçimi konusunda çağımızın
açmazı, yankee emperyalistlerinin müdahalesinden de kurtulamamıştır. Onlar
da "barışçı geçiş" istiyor. Latin-Amerika'da hâlâ varlığını
sürdüren eski feodal yapıların yıkılmasına bir diyecekleri yok, ulusal
burjuvazinin en ileri unsurlarıyla ittifak kurmak için birtakım mali
reformlar, toprak mülkiyeti düzeninde bir tür değişiklik yapılmasını da
kabul ediyorlar, ölçülü bir sanayileşmeye, daha iyisi tekniği ve
hammaddeleri Amerika Birleşik Devletleri'nden getirtilecek bazı tüketim
mallarının üretimine izin vermek işlerine geliyor.
Emperyalistler için en kusursuz çözüm, ulusal
burjuvazinin yabancı çıkarlarla işbirliği yapmasıdır; beraberce, ülke içte
yeni endüstriler kurar, bu endüstriler için diğer emperyalist ülkelerle
rekabeti tümüyle gereksiz kılan gümrük kolaylıkları elde eder, ülkedeki
parayı koruyacak yasaların boşluklarından yararlanarak kârlarını yurt dışına
kaçırırlar.
Bu çok yeni ve daha akıllıca sömürü sistemi
sayesinde "milliyetçi” ülke süper kârlar sağlayan tercihli gümrük
tarifeleri çıkararak Birleşik Devletler'in çıkarlarını savunmayı üstlenir
(Kuzey Amerikalılar kazandıkları paraları hemen ülkelerine geri götürürler).
Rakipsiz malın fiyatı da tekellerce belirlenir elbette.
Tüm bunlar, Kalkınma İçin İşbirliği tasarılarına
yansır. Bu tasarılar, emperyalizmin kârların küçük bir bölümünü
ulusal sömürücü sınıflar arasında dağıtarak halkların devrimci koşullarının
gelişmesini durdurmaya yönelik bir girişiminden başka birşey değildir. Böylece
satın alınan ulusal burjuvazi, en çok sömürülen sınıflara karşı
emperyalizmin güvenir bir işbirlikçisi olup çıkar. Başka bir deyişle, işbirliği,
içteki çelişkileri olanaklar elverdiğince yoketmeye çalışır.
Daha önce de söylediğimiz gibi,
Latin-Amerika'daki bu ekonomik mücadeleye müdahale edebilecek güç dünyada
mevcut olmadığından, emperyalistlerin işi oldukça kolaydır. Geriye kalan
tek olasılık, Avrupa Ortak Pazarı'nın, Almanya'nın yönetiminde hızla gelişip
ülkelerimizdeki yankee sermayeleriyle rekabet etmeye yeterli ekonomik güce ulaşmasıdır.
Ancak, çelişkiler öylesine gelişiyor ve bunların şiddete başvurularak
çözümlenmesi öylesine çabuk ve patlama biçiminde oluyor ki,
Latin-Amerika'nın iki emperyalist güç arasındaki ekonomik mücadeleye sahne
olmaktan çok önce, sömürenler ve sömürülenler arasındaki savaş alanına
dönüşeceği izlenimi uyandırıyor. Bunun anlamı, İlerleme İçin İşbirliği
eğilimlerinin gerçeğe dönüşmeyeceğidir; çünkü, nesnel koşullar ve
kitlelerin bilinci böylesine basit bir tuzağa düşmeyecek kadar olgunlaşmış
bulunmaktadır.
Bugün için belirleyici olan, emperyalizm-ulusal
burjuvazi cephesinin sıkıca birleşmesidir. OAS'ın son oylamasında, temel
sorunlar konusunda uyumsuz sesler duyulmadı, yalnızca, bazı hükümetler çıplak
gerçeği utangaçça yasal kılıflar altında gizlemeye çalıştı; yine de,
aldıkları kararların her türlü adalet anlayışına aykırı, saldırgan
niteliğini inkar etmeye kalkışmadılar.
Küba'nın nükleer başlıklı füzelere
sahibolması, hepsinin Birleşik Devletler'in safına geçmesi için bahane
oldu, Domuzlar Körfezi olayı bile onları bu tavrından vazgeçiremedi.
Oysaki, saldırganın kim olduğunu çok iyi biliyorlar. Yalnız, ne var ki, açıkça
söylemeseler bile Küba devriminin onlar açısından temsil ettiği gerçek
tehlikenin de farkındalar. En uzlaşmacı ve bu yüzden en ikiyüzlü olan ülkeler
Küba'nın yıkıcı etkisinden sözediyor, haksız da değiller. Küba'nın
temsil ettiği en büyük tehlike, oluşturduğu örnek, devrimci düşüncelerinin
yayılması, dünyaca tanınan bir şefin yönetimindeki hükümetinin halkın
alnını tarihte az rastlanır yüceliklere ulaştırmasıdır.
Sözünü ettiğimiz örnek, külleri yeni
toplumlara temel olsun diye nükleer silahlarla yokedilmeyi göze alan, düşüncesi
sorulmadan atomik füzelerin kaldırılması anlaşması imzalandığında yakınmayan,
sızlanmayan, ateşkesi canına minnet sayacak yerde, tek başına, bireysel
sesini duyurmak, tek başına, bireysel savaşçı konumunu almak, tek başına
bile olsa, tüm tehlikelere, hatta yankee emperyalizminin atom bombası
tehdidine karşı savaşma kararını açığa vurmak için uluslararası
arenada ortaya atılan bir halkın korkunç örneğidir.
Böyle bir tutum halkları harekete geçirir.
Uluslar, Küba'dan yükselen yeni sesin çağrısını dinler. Bu ses, tüm
korkulara, tüm yalanlara, önyargılara, yüzlerce yıllık açlığa, tüm
bunları örtbas etmek için çevrilen dalaveralara baskın çıkar. Bu ses, tüm
misillemelerden duyulan korkuya, en hunharca cezaya, en zalimce ölüme, sömürücülerin
en vahşice eziyetlerine baskın çıkar. Bu berrak ve keskin ses
Latin-Amerika'mızın her köşesini çınlatır.
Bu bizim görevimizdi, yerine getirdik. Devrimci
inancımızın tüm kararlılığıyla yolumuza devam edeceğiz.
Tek yol bu mu, emperyalist kamptaki çelişkilerden
yararlanılamaz mı, emperyalizm tarafından bazen zincire vurulan, ayaklar altında
çiğnenen ve aşağılanan burjuva kesimlerinden destek aranamaz mı, Küba'nın
tutumu kadar katı, kendi kendini yıkıcı olmayan bir çözüm bulunamaz mı,
silahlı güç ve diplomatik manevralar birarada kullanılarak Küba'nın
hayatta kalması sağlanamaz mı gibi sorular sorulabilir. Cevap olarak, kaba
kuvvete karşı güç ve kararlılık gereklidir, deriz. Bizi yoketmek
isteyenlere karşı kendimizi savunmak için son damla kanımıza kadar savaşma
iradesine sahibolmak zorundayız.
Halkın iradesine karşı her ne pahasına olursa
olsun iktidarı ellerinde tutmak isteyenlerle mücadelede, bu çözüm, tüm
Latin-Amerika için geçerlidir. Son sömürücü yenilgiye uğrayıncaya dek
ateş ve kan eksik olmayacaktır.
Latin Amerika'da bu devrim nasıl gerçekleştirilebilir?
Sözü İkinci Havana Bildirisi'ne bırakalım:
"Ülkelerimizdeki ekonominin
belirgin çizgisi sanayinin geri bıraktırılmışlığı ve tarımın feodal
niteliğidir. Bu yüzden, kentte çalışan işçilerin yaşama koşullarının
güçlüğüne karşın, kırsal bölgeler halkı, daha da kötü baskı ve sömürü
koşulları altında varoluş mücadelesi vermektedir. Nüfusun ezici çoğunluğunu
oluşturan bu halk kesimi, toplam nüfusun yüzde yetmişini aşar.
Genellikle en gelişmiş kentlerde yaşayan büyük
toprak sahipleri gözönüne alınmazsa, bu büyük kitlenin geri kalanı yok
denecek kadar az ücret karşılığında büyük tarım alanlarında gündelikçi
olarak çalışmakla ya da ortaçağa yaraşır sömürü koşullarında toprağı
işleyerek emeğini satmakla varoluşunu sürdürür. Bu durum Latin-Amerika'nın
kırsal bölgelerinde yaşayan yoksul halkın büyük bir potansiyel devrimci
güç oluşturmasına yol açar.
Sömürücü sınıfların iktidarını dayandırdığı
biricik güç olan ordular, geleneksel savaşa uygun biçimde yapılanmış ve
donatılmıştır. Bu silahlı güçler, harekat alanı olarak kendi
arazilerini yeğleyen köylülerin düzensiz çarpışmalarıyla karşılaşınca
kesinlikle etkisiz kaldıkları ortaya çıkar; düşen her devrim savaşçısına
karşılık on asker kaybeder; görünmez ve yenilmez bir düşmanla dövüşürken
saflarında moral bozukluğu hızla yayılır. Nerede olduğu bilinmeyen bu
yenilmez düşman, ordudaki subayların harp akademisinde öğrendikleri,
kentlerdeki işçi ve öğrencilere karşı baskı uygularken öylesine ustalıkla
kullandıkları taktikleri, şamata ve tantanayı sergilemelerine fırsat
vermez.
Küçük savaşçı çekirdeklerinin başlangıçtaki
mücadelesine, sürekli yeni güçler katılır, kitle hareketleri patlak
vermeye başlar, eski kurulu düzen yavaş yavaş yıpranıp yıkılır: Artık
savaşın kaderini belirlemek, kentlerdeki kitlelerin ve işçi sınıfının
elindedir.
Mücadelenin ta başından beri —düşmanlarının
sayısından, gücünden ve kaynaklarından bağımsız olarak— bu ilk
kadroları yenilmez kılan nedir? Bu halkın desteğidir ve kadrolar gittikçe
daha yüksek derecede kitlelerin bu desteğinin hükmü altında olacaktır.
Bununla birlikte, köylülük, içinde tutulduğu
bilgisizlik ve yaşadığı tecrit durumundan dolayı, devrimci aydınların
ve işçi sınıfının devrimci ve politik yönetimini gereksinen bir sınıftır;
bu, köylülüğün o olmaksızın kendiliğinden mücadeleye giremeyeceği ve
zaferi ele geçiremeyeceği bir yönetimdir.
Latin-Amerika'nın bugünkü tarihi koşullarında
ulusal burjuvazi, anti-feodal ve anti-emperyalist mücadeleyi yürütemez. Çıkarları
yankee emperyalizmininkilerle çelişkili olsa da, sosyal devrim korkusuyla
felce uğratılan ve sömürülen kitlelerin sesiyle korkutulmuş olan uluslarımızdaki
bu sınıfın, yankee'lere karşı göğüs geremediğini deney göstermektedir.”
İşte, İkinci Havana Bildirisi böyle söylüyor.
Bu sözler, Latin-Amerika'da devrimin nasıl olması gerektiğinin bir tür
yasası sayılabilir. Tümüyle işçi sınıfının yönetemeyeceği müttefikler
düşünmemek, iktidara gelmek için dayanak yaptığı güçleri yokeden korkak
ve hain burjuvalarla işbirliğini düşünmemek; halkın silahlanması; eylem
alanı olarak Latin-Amerika'mızın geniş toprakları; toprağı uğruna mücadele
eden köylülük; tuzak; baskı güçlerine acımasızca ölüm; öldürülen içinse
bir devrimciye yakışır onuruyla sineye çekeceği ölüm. Geçerli olanlar bütün
bunlardır.
Latin Amerika'nın görünümü böyle, savaşmaya
hazırlanan bir kıta; ne kadar tez silaha sarılırsa, macheteleri, büyük
toprak sahiplerinin, sanayicilerin, bankacıların, her türden sömürücünün
ve bunların görünür kafası olan baskı ordusunun başları üstünde ne
kadar tez sallarsa, o kadar iyi olur.
Taktik konusu uzun uzun tartışılabilir. Her
zaman gerilla eyleminden mi yararlanılmalıdır, yoksa mücadelenin ekseni
olarak öteki eylemler de kullanılabilir mi? Bize kalırsa, iki nedenden dolayı
Latin-Amerika'da gerilla savaşından başka taktik kullanılmasına karşıyız.
Birincisi: Düşmanın iktidarda kalmak için mücadele
edeceği varsayıldığına göre, baskı ordusunun yokedilmesi gerektiği gözönünde
bulundurulmalıdır. Bu silahlı gücü yoketmek için karşısına bir halk
ordusu çıkarılmalıdır. Bu halk ordusu kendiliğinden meydana gelmez, düşmandan
ele geçirdiği malzemeyle silahlanmalıdır. Bu zor bir mücadeledir. Halk güçleri
ve şefler bu mücadelede sürekli olarak kendilerinden daha büyük güçlerin
saldırısına uğrar, kendilerini savunma ve uygun biçimde manevra yapma olanağından
yoksundurlar. Tersine, gerilla çekirdeği, savaşmaya elverişli arazide
devrimci komutanlığın güvenliğini ve devamlılığını sağlar, halk
ordusunun genel kurmayı tarafından yönetilen kentlerdeki güçler son derece
önemli eylemler gerçekleştirebilirler.
Kentlerdeki grupların yokedilmesi bile, devrimin
ruhunu ve yönetimini öldürmeyecek, yönetim kırsal bölgelerdeki kalesinden
kitlelerin devrimci eğilimini körüklemeyi ve başka savaşlar için yeni güçler
örgütlemeyi sürdürecektir.
İkincisi: Mücadele kıtasal niteliktedir.
Latin-Amerika'nın kurtuluşunun bu yeni aşaması, belirli bir toprak parçası
üzerinde iktidar için mücadele eden iki yerel gücün çarpışması olarak düşünülebilir
mi? Elbette ki, hayır. Tüm halk güçleri ve tüm baskı güçleri arasındaki
mücadele bir ölüm kalım savaşı olacaktır.
Yankee'ler çıkarları gereği dayanışma için
ve Latin-Amerika'daki savaş belirleyici olduğundan müdahale edeceklerdir. Bu
müdahalede tüm güçlerini kullanacak, elleri altında bulunan tüm yokedici
silahlarla halk güçlerini cezalandıracaklardır. Devrimci iktidarların güçlenmesine
fırsat vermeyecek, bunlardan biri başarıya ulaşırsa yeniden saldırıya geçecek,
bu yeni iktidarı tanımayacak, devrimci güçleri bölmeyi deneyecek, her çeşit
bozguncuyu devreye sokacak, genç devleti kendi ekonomisi içinde boğmaya çalışacak,
kısacası onu yok etmek için ne gerekliyse hepsini yapacaktır.
Bu koşullar altında, Latin-Amerika'da tek bir
ülkede zafere ulaşmanın güç olduğuna inanıyoruz. Baskı güçlerinin
birleşmesine, halk güçlerinin birleşmesiyle karşılık verilmesi
zorunludur. Baskının dayanılmaz olduğu tüm ülkelerde, isyan bayrağı
dalgalandırılmalıdır. Bu bayrak, tarihin zorunlu kıldığı biçimde, kıtasal
bir anlam kazanacaktır. Fidel'in dediği gibi And Sıradağları,
Latin-Amerika'nın Sierra Maestra'sı olmaya adaydır ve kıtanın uçsuz bucaksız
topraklarının tümünün kaderi, emperyalist güce karşı verilecek ölüm
kalım mücadelesinde savaş alanına dönüşmektedir.
Mücadelenin ne zaman bu kıtasal boyutlara ulaşacağını
ve ne kadar süreceğini şimdiden söyleyemeyiz; fakat tarihi, ekonomik,
politik koşulların doğurduğu bu çatışmanın yaklaştığını, asla doğru
yoldan şaşmayacağını daha bugünden haber verebiliriz.
Bu kıtasal taktik ve strateji yerine sınırlı
kalıplar uygulanıyor: Dar kapsamlı seçim çekişmeleri; şurada burada seçimi
kazananların başarıları; iki milletvekili, bir senatör, dört belediye başkanı,
halkın üzerine ateş açılarak dağıtılan büyük çapta bir gösteri; bir
öncekine göre bir iki oy farkıyla kaybedilen yeni bir seçim; kazanılan bir
grev, kaybedilen on grev; bir adım ileri, on adım geri; belli bir kesimde
zafer, bir diğerinde on kez bozgun... Sonra birdenbire oyunun kuralları değişir,
herşeye yeniden başlamak gerekir.
Bu tutum neden ileri geliyor? Halk enerjisini
neden hep böyle boşuna harcıyor? Bunun tek nedeni var: Bazı Amerika ülkelerinde
ilerici güçler taktik hedefler ile stratejik hedefleri korkunç bir şekilde
birbirine karıştırıyorlar, küçük taktik sorunlarda büyük stratejik
hedefler görmek istemişlerdir. Bu önemsiz saldırı mevzilerini ve elde
edilen küçük kazançları, sınıf düşmanının temel hedefleri olarak göstermeyi
bilen gericiliğin akıllıca davrandığını kabul etmeliyiz.
Böylesine büyük hatalar işlenen ülkelerde,
halk hiçbir değeri olmayan eylemler için son derece büyük fedakarlıklar
pahasına her yıl alaylarını seferber eder. Bunlar düşman topçusunun ateşine
maruz kalan geçici mevzilerdir.
Bu mevzilerin adı, parlamentodur, kanuniliktir,
yasal ekonomik grevdir, ücret artışıdır, burjuva anayasasıdır, bir halk
kahramanının serbest bırakılmasıdır... Ve işin en kötü tarafı şudur
ki, bu mevzileri elde etmek için bile, burjuva devletinin oyun kurallarını
kabul etmek ve bu tehlikeli siyasal oyuna katılmak iznini alabilmek için de
uslu ve aklı başında insanlar olduğumuzu, hiçbir tehlike arz etmediğimizi;
örneğin kışlalara ve trenlere saldırmak, köprüleri uçurmak, katilleri ve
işkence uzmanlarını cezalandırmak, dağlara çıkıp ayaklanmak ya da
yumruklarımızı sert ve kararlı bir biçimde kaldırarak, Amerika'ya son
kurtuluş mücadelesinin kesin müjdesini vermek gibi tehlikeli işlerle bir alış-verişimizin
olmadığını ispat etmek lazımdır.
Latin Amerika'nın görünümü çelişkilerle
doludur: İlerici güçlerin, yönettiklerinin düzeyinde olmayan yöneticileri;
inanılmaz yüceliklere ulaşan halklar; harekete geçmek için yanıp tutuşan
kitleler ve onları engelleyen yöneticiler; bu Latin Amerika ülkelerinde kol
gezen kitle katliamları ve herşeye karşın kurtuluşları demek olan bu kitle
katliamlarına doğru korkusuzca ilerleyen halklar; büyük stratejik zaferlere
ulaşmak, siyasi iktidarı ele geçirmek, orduyu ve insanın insan tarafından sömürüldüğü
sistemi yoketmek için önüne geçilmez bir istek duyan kitlelerin bu atılımını
durduracak araçları kullanan aklı başında, mantıklı kimseler. Bu çelişkili
görünüm, aynı zamanda cesaret vericidir, çünkü kitleler sabırla
devrimciliğin bağdaşmadığını biliyor ve savaşa hazırlanıyorlar.
Emperyalizm, konumlarını birer birer kaybetmeyi
sürdürecek mi? Yoksa, daha önce gözümüzü korkutmaya çalıştıkları biçimde,
dünyayı atom yangınının közlerine dönüştürecek vahşice bir nükleer
saldırıya mı girişecek? Birşey diyemeyiz. Tek bildiğimiz, atom bombalarının
milyonlarca kurbanına malolsa bile kurtuluş yolunu izleyeceğimizdir. Çünkü,
iki sistem arasındaki ölüm kalım savaşında, sosyalizmin ya kesin zaferi,
yahut da emperyalist saldırganın nükleer zaferi önünde geri çekilmesi sözkonusudur.
Küba istilaya uğramanın eşiğine kadar geldi:
Ona tehdit savuranlar dünya emperyalizminin en büyük güçleridir. Bu nedenle
atom bombaları altında yoketmekle bize gözdağı vermeye çalışıyorlar. Ülkemiz
sarsılmaz siperinden kader belirleyici savaş çağrısında bulunuyor: Bu savaş
bir saatte ya da birkaç dakikada bitmeyecek, kıtamızın her köşesine yayılıp
korkunç acılar içinde, belki de yıllarca sürecektir. Müttefik emperyalist
ve burjuva güçlerin saldırısı, halk hareketlerini pekçok kez yokolmanın sınırına
dek getirecek, fakat bu hareketler her zaman yeniden ortaya çıkacak, tam ve
kesin zafere erişinceye kadar halkın gücüyle durmadan yenilenecektir.
Halkımız, tek başına bulunduğu öncü
siperinden sesini duyuruyor, söylediği, bozguna uğramış bir devrimin son şarkısı
değil, Latin-Amerika'lı savaşçıların dudaklarında sonsuza dek kalacak bir
devrim marşıdır ve tarihten yankılarla çınlamaktadır.